25.03.2019

Camii Görevlileri Dini Bilgiler Güncelleme Soruları

 DİNİ BİLGİLER GÜNCELLEME SORULARI                                                                  Sorular Türkiye Diyanet vakfı İlmihali (1-2)esas alınarak hazırlanmıştır   

İTİKAT İLE İLGİLİ SORULAR  (20 soru)                       

 1 Din nedir tarif  ediniz?                                                                                                                            Cevap: Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.                                                                                                                         2-Dinler kaç kısma ayrılır?                                                                                                      Cevap: İlah kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:                                                           a. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler).                                                                                            b. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik).                                                                                       c. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi).                                                       d. Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi).                                                   3-İslam dinin diğer dinlerden ayıran özellikler  nelerdir ?                                                       Cevap: İslâm dininin diğer ilahi dinlerden farklı olduğu yönleri:                                                                                                                               a. Allah inancı. Yahudilik Tanrı'nın birliği üzerinde ısrarla durmasına rağmen, en azından tarihlerinin bazı dönemlerinde ona beşerî nitelikler nisbet etmişler ve âdetâ Tanrı'yı beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan gibi tasvir etmişler, insanlaştırmışlardır.                                                                                                         Hıristiyanlar ise Tanrı'nın birliğini farklı şekilde ele alıp teslîsi savunmuşlar, aşırı bağlılık duygusuyla, Hz. Îsâ'yı tanrılaştırmışlardır.                                                                  Halbuki İslâm, Allah inancı hususunda gerek Yahudilerin gerekse Hıristiyanların sonradan düştükleri yanlışlık ve aşırılıkları düzeltmiş, Tanrı'- nın beşerîleşmesini veya beşerin tanrılaşmasını reddetmiş, bu noktada Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın hakiki mesajını hatırlatarak Allah'ın bir ve benzersiz olduğunu vurgulamıştır.                                              b. Melek inancı. Meleklerin Allah'ın oğulları ve kızları olduğu iddiasını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddederek hem yahudi ve hıristiyanların düştükleri yanlışı göstermiş hem de Allah'ın yüceliğini vurgulamıştır.                                                                      c. Kutsal kitaplar. Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, Allah tarafından Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'ya verilmiş kutsal kitapları orijinal şekilleriyle muhafaza edebilmişler, Tevrat ve İncil zaman içinde ya kaybolmuş ve yeniden yazılmış, ya da çeşitli ilâve ve eksiltmelere mâruz kalmıştır.                                                                                                  Kur'ân-ı Kerîm ise hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlen mek suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze kadar gelmiştir.                                                                                                                            d. Peygamberlik. Yahudilik ve Hıristiyanlık sonradan tahrif edildikleri için örnek ve önder şahsiyetler olan peygamberlerle ilgili çeşitli iddia ve iftiralarda bulunup sonra gelecek peygamberleri kabul etmezken İslâm, hem bütün peygamberlere imanı şart koşmuş hem de onları lâyık oldukları güzel vasıflarla tavsif etmiştir.                                           e. Dünya-âhiret dengesi. Yahudilik dünya hayatına, Hıristiyanlık da dünyadan uzaklaşıp mânevî hayata daha çok ağırlık verirken İslâm her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve korumuştur: "Allah'ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma..." (el-Kasas 28/77).                                             f. Mükellefiyetlerin azlığı. Madde-mâna, dünya-âhiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir; çeşitli emir ve hükümlerde kolaylığı öngörmesi açısından en kolay olan din İslâm'dır.                                                                                                              4-Mezhep nedir tarif ediniz ?                                                                                          Cevap:Mezhep sözlükte "gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrini ifade eder. Çoğulu "mezâhib"dir. 5.Fıkhi mezhepler hangileridir, kurucularını ve bu gün yaygın oldukları yerleri belirtiniz ?                                                                                                                                                                            Cevap: a-Hanefî mezhebi Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Baðdat'ta vefat etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır.                                                                                                                                                                       Yirmi yaşının biraz üzerindeyken Irak'ın en ünlü fakihi ve Irak fıkhının üstadı Hammâd b. Ebû Süleyman'ın (ö. 119/738) ilim halkasına katıldı ve uzun zaman bu ders halkasına devam etti. Bu arada Ca‘fer es-Sâdık, Muhammed elBâkır da dahil olmak üzere pek çok âlimden istifade etti.                                                                                     Ebû Hanîfe, Hammâd b. Ebû Süleyman'ın vefatı üzerine onun kürsüsüne geçti ve ders vermeye başladı. Takvâ sahibi, zeki, konulara hâkim ve bildiklerini tatlı dil, güler yüz ve özlü ifadelerle anlatan iyi bir üstat olduğu kısa zamanda duyuldu ve çok geçmeden ders halkası dönemin ileri gelen ilim erbabının katıldığı ve fıkhî meselelerin ve çözümlerinin derinlemesine tartışıldığı ileri düzey bir fıkıh akademisine dönüştü. Kırk yaşlarında başlamış olduğu bu öğretim hayatına otuz sene kadar devam etti. Onun ders halkalarında yetişen talebelerin sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan kırk kadarının ictihad derecesine vardığı nakledilir.                                                                             Ebû Hanîfe’nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır.                                                                                 Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir. Hanefî mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bu mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar’da Hanefî mezhebi çok yaygındır.                    b-Mâlikî mezhebi, fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi. Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvaları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. Olgunluk çağına gelince, Medine'de Mescid-i Nebevî'de ders ve fetva vermeye başladı. Döneminde Medine fıkhının imamı olarak tanındı, etrafında geniş bir ilim halkası oluştu, öğrenciler yetiştirdi ve 179 (795) yılında vefat etti.                                                        Mâlikî mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti’nin resmî mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise, Mâlikîler'in sayısı oldukça azdır.                                                                                                                              C-Şâfiî mezhebinin kurucusu sayılan, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî 150 (767) yılında Gazze şehrinde (Filistin) doğdu. İmam Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. İmam Şâfiî Bağdat'ta muhtemelen iki yıl kadar kaldıktan sonra Mekke'ye döndü ve Mekke'de dokuz sene ders verdi. İmam Şâfiî hicrî 195 senesinde tekrar Bağdat'a geldi. Bu ikinci gelişinde, artık o Irak ve Hicaz fıkıh ekollerini derinlemesine incelemiş, fıkıhta kendi usulünü ortaya koymuş olarak talebe yetiştirmeye başladı. Hicrî 198 yılında Mısır'a gitti ve 204 (820) yılında orada vefat etti. Vefat ettiği zaman elli dört yaşında idi. Mısır'da kaldığı dört sene içinde tecrübeleri ve yeni muhitin şartları ışığında eski bilgilerini yeniden etüt etmeye başladı, bazı görüşlerinden vazgeçti, yenilerini ortaya koydu. Böylece onun rücû ettiği eski görüşleri ile yeni görüşlerinden oluşan "mezheb-i kadîm"i ve "mezheb-i cedîd"i teşekkül etmiş oldu. O hicrî 204 yılında Mısır'da vefat ettiği zaman arkasında zengin bir fıkıh hazinesi ve kalabalık bir talebe topluluğu bıraktı.                                                                                                                         Şâfiî mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı. Çoğu zaman fetvada ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî mezhe bi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile sayılan bölgelerde yaygın durumdadır.                                                                                                                                                                     d.Hanbelî mezhebinin kurucusu sayılan,Ahmed b.Hanbel hicrî 164 yılında                    Bağdat' ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tesbiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı.Hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi.

O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetva vermeye başladı.Önceleri Bağdat'ta doğan bu mezhep daha sonra diğer İslâm bölgele rine de yayılmaya başlamıştır. Hanbelî mezhebinin usul ve özellikleri, temelde Ahmed b. Hanbel'in metodolojisi ve fıkhî görüşlerine dayanır. Mezhebin ayırıcı vasfı olarak re’y ve kıyastan çok âyet, hadis ve sahâbe kavli gibi naklî delillere dayanması dikkat çeker. Mezhepte bir bakıma hadise dayalı fıkıh anlayışı hâkimdir. Sadece fiilen karşılaşılan problemlere çözüm üretilmiştir. Teknik anlamda tam bir fıkıh mezhebi değil, bir nevi hadis ekolü olarak da görüldüğü için, Hanbelîliği fıkıh mezhepleri arasında saymayanlar da vardır.                                                                                                                         Son yüzyılda Arap dünyasında baş gösteren ve dinî olduğu kadar siyasî ve sosyo ekonomik bir mahiyet de arzeden Vehhâbîlik hareketi, özellikle akaid alanındaki görüşleri ve Selefî tavrı sebebiyle Hanbelî mezhebini kendilerine yakın bulduğu için Hanbelî mezhebi günümüzde başta Hicaz bölgesi olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da da bir hayli taraftar bulmuş durumdadır. Hanbelî mezhebi bugün Suudi Arabistan'da resmî mezhep konumundadır.                                                                                        6-İtikadi İslam mezheplerini ve bu gün yaygın odluları yerleri söyleyiniz ?                      Cevap:Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.                                                                                                              Terim olarak Ehl-i sünnet:Dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğun luğu anlamında kullanılır.Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmıştır.                                                                                                                                          Ehl-i Sünnet: Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır.                 Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensip lerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.                                            Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken, terim olarak  da; akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğu nu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır.                                                                                                              Günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:                   a) Selefiyye       b) Eş‘ariyye          c) Mâtürîdiyye         d) Mu‘tezile                                                            e) Cebriyye       f) Hâricîlik                                                                                                               

g) Şîa: Terim olarak;Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir.                                                                                         Zeydiyye: Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine,fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.                                                                                        İsmâiliyye : Ca‘fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmâilîler'in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta‘liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya'da rastlanmaktadır.      İmâmiyye (İsna aşeriyye-Caferiyye) :  İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar.                                                    Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arz eden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.                                                                                                 İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda Müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.                                                         7-Tek mezhebe bağlılık zorunlu mudur?                                                                              Cevap: İçtihat derecesine ulaşmış bir alim için bir mezhebe uymak zorunlu değildir. Ancak bu dereceye ulaşmamış bir kişi veya  avamdan birisi bir meselede hangi içtihadın delillerinin daha kuvvetli ve içinde bulunulan zamanın şartlarına daha uygun olduğuna dair ehliyetli kişilerin veya kuruluşların yaptıkları tercihleri esas alması gerekir. Avam açısından, dinî yaşantıyı tutarsızlıklara düşmeden sürdürebil mek için izlenebilecek en emin yolun bu olduğu söylenebilir. Bu yolda, tercih edilen görüşün dayanakları ve diğer görüşlerle karşılaştırmasının yapıldığı yayınları takip ederek yürünmesi halinde, bu yolun aynı zamanda kişinin fıkıh kültürünü geliştirmesine ve böylece topluma bu konuda bir seviye kazandırılmasına da yardımcı olacağı şüphesizdir.                                                                                                                      Bu alanda Müslümanları aydınlatma ve onların güvenerek uyabilecekleri tercihleri ortaya koyma hususunda ilgili kuruluşlara önemli görevler düştüğü açıktır.                                    8-Telfik-i  Mezhep nedir, caiz midir?                                                                                  Cevap: Telfik değişik mezheplerin hükümlerinden yararlanmayı  (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi ifade eder.                                                                                                                         9-İman nedir (kelime ve terim olarak) tarif ediniz?                                                                 Cevap: İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söyledi ğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir.                                                                                                             Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.                           10-İman kaç kısma ayrılır?                                                                                                      Cevap: İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır. a) İcmâlî İman İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiş tir.Mümin sayılabilmek için,icmâlî iman yeterli olmakla birlikte,İslâm'ın diğer hüküm lerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her birini kişinin teker teker öğrenmesi zorunludur.                                                                                                                      b) Tafsîlî İman İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî iman denilir.                                                                                                    Tafsîlî iman üç derecede incelenir: Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır.                           İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir.                                                                                                           Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur. Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı yücelir, olgun laşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber'in açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir. Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine inanmayı içermektedir.                                                                                                                               11-İmanın geçerli olmasının şartları nelerdir ?                                                                           Cevap: İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması gerekir:                                                                                                    a-İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğraya cağı azabı farkedip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik’ derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.                                                                                                                                       b. Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar dan kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.                                                                                                                                    c. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhak kak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allah'ın azabından (azabının olmayacağından) emin olmaz" (elA‘râf 7/99).                                                                                                                              12-Tasdik ve inkar bakımından insanlar kaç kısma ayrılırlar?                                           Cevap: İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.                                                    a) Mümin Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır..                                                                                          b) Kâfir İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslar dan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir. Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır.                                                          c) Münafık Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir.Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münâfikun 63/3). Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve Müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada Müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabaka sında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisâ 4/145). J)                         d-Müşrik: Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler. O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar. Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir.                                                                                               13-Kitap nedir ve ilahi kitaplar kimlere gelmiştir?                                                             Cevap: Kitap, sözlükte "yazmak ve yazılı belge" anlamına gelir.                                        Terim olarak ise, Allah Teâlâ'nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine vahy ettiği sözlere ve bunun yazıya geçirilmiş şekline denilir. Çoğulu "kütüb"dür. Hıristiyan ve yahudilere ilâhî kitap olarak İncil ve Tevrat verildiğinden onlara "Ehl-i kitap" denilmiştir.                                                                                              Allah 4 ilahi kitap göndermiştir:                                                                                            Tevrat:Musa (a.s)             Zebur :Davut (a.s)                                                                                         İncil:İsa (a.s)                    Kur’an-ı Kerim: Hz. Muhammet (a.s)                                                         14-Suhuf nedir ve kimlere kaç sayfa gönderilmiştir?                                                   Cevap: Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede, küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risâlelere denilir.                                                                                                                       Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir: Hz. Âdem'e 10 sayfa, Hz. Şît'e 50 sayfa, Hz. İdrîs'e 30 sayfa, Hz. İbrâhim'e 10 sayfa (bk. Süyûtî, ed-Dürrü'lmensûr, VIII, 489; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XV, 141-142). Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur.                                    15-Kur’an-ı Kerim hangi konuları içerir?                                                                          Cevap: a. İtikad. Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara, kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler, Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.                                                                                          b. İbadetler. Kur'an'da müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.                                                                                      c. Muâmelât. Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar. Kur'an'da alışveriş, emanet, bağış, vasiyet, miras, aile hayatı, nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.                                                     d. Ukubat. İslâm toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin, İslâm'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur. Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.                                                                                         e. Ahlâk. Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına almaktadır.                                                                                      f. Nasihat ve Tavsiyeler. İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını, nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.                                                                               g. Va‘d ve Vaîd. Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.                                                                                                                          h. İlmî Gerçekler. Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır. Kur'an, bu ilmî gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine insanları, âlemin yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye, Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder.                                                                                                                 i. Kıssalar.Kur'ân önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder. Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile anlatır.                                                                                                                                     k. Dualar. İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an'da çeşitli dualar da yer almıştır.                                                                                 16-Kur’an-ı Kerimi diğer kitaplardan ayıran özellikler nelerdir?                                  Cevap: a. O, Peygamberimiz’e diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi toptan değil, zamanın ve olayların akışına göre âyetler ve sûreler halinde indirilmiştir.                                   b. Kur'an, en son kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilâhî kitap gelmeyecektir. Getirdiği hükümler ve bunların geçerliliği kıyamete kadar sürecektir.                                                 c. Kur'an, bize kadar hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan gelmiş, kıyamete kadar da öyle kalacaktır.                                                                                                        d. O, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren mûcizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır.                                                                                                                        e. Kur'an'ın kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir. Bilimin ve aklın, ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı bir zamanın gelmesi düşünülemez.                                                                             f. Kur'an'ın bir başka üstünlüğü kolayca ezberlenebilmesidir. Bu özellik tarihte hiçbir kitaba nasip olmamıştır.                                                                                                       g. Kur'an, aynı zamanda başka din mensupları arasındaki ihtilâfları çözüme kavuşturacak bir özelliğe sahiptir.                                                                                     17-Peygamberlere ihtiyaç var mıdır?                                                                                                Cevap: a. İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini anlayabilirlerse de, bunun ötesinde O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar. Allah'a nasıl ibadet edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler. En kısa ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak, fikir ve ahlâk yönüyle yükselmek, ancak peygamberlerin öğrettiği buyrukları yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte yüce Allah, insanların bu ihtiyacını gidermek için peygamberler göndermiştir.                                                                                                                       b. Eğer peygamber gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve güzeli bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için çok zaman harcayacaklar, çoğu zaman da bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu ve isteklerinin baskısı altında kalacaklar, gerçek doğru ile pratik yararı birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir. İşte bu ve benzeri sebeplerle Allah rahmetinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiştir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiya 21/107).                                                                   c. İnsanın belli işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı onlara sevap ve ceza verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de peygamber gönderilmesine ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların "bilmiyorduk, peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır: "Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden sonra insanların, Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın..." (en-Nisâ 4/165)                                                                                                                     d. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Ümmetlerini hem bu dünyada hem de âhirette mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir.                               18-Hz.Muhammedin Peygamberliğinin ispatı?                                                         Cevap: Hz. Peygamber'in, peygamberliğini ispat eden mûcizeler genellikle üç başlık altında incelenir.                                                                                                                 a) Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir.  b) Hissî Mûcizeler Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir. Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile ilgilidir. Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır:                                                                                                                     *-Miraç mucizesi                                                                                                                                      *) Ayın iki parçaya ayrılması (Buhârî, “Menâkıb”, 27; Müslim, “Münâfikun", 8).             *) Taşın Hz. Peygamber'le konuşması (Müslim, “Fezâil”, 2). AKAİD 117                                            *) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz.Peygamber'in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Peygam ber'in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğünsusması(Buhârî,menakıp)                                                                                                                    *) Hayber fethinde bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi (Buhârî, “Tıb”, 55; Müslim, “Selâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Dıyât”, 6).                    c) Haber Şeklindeki Mûcizeler Bu tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder. Haberî mûcizeler arasında şunlar sayılabilir:                                                  *) Hz. Peygamber önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde, yahudi ve hıristiyan bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski ümmetler hakkındaki çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                    *) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır (Müslim, “Cennet”, 17).                                         *) Kur'an'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (el-Kamer 54/45) âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği husus, Bedir Savaşı’nda gerçekleşmiştir.                                                                                        *) Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..." (el-Kasas 28/85) âyetinde haber verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.                                                                                             *) Peygamberimiz bir hadislerinde "Yeryüzü önümde dürülmüş ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir. Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır" (Ebû Dâvud, “Fiten”, 1) buyurmuştur. Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyanın her tarafına ulaşmıştır.                                                                    19-Ahiret hayatının devrelerini açıklayınız?                                                                Cevap: a) Kabir Hayatı (Berzah)                                                                                                                          Ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denilir. Kabir hayatı "berzah" diye de anılmıştır. Bir hadiste "Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır" (Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32) buyurularak ölümle âhiret hayatının başladığı ifade edilmiştir.                     Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizde kalsın veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatını geçirecek ve kıyamet günü diriltilecek tir. Genellikle insanlar ölünce kabre konulduğundan bu gibi durumlarda da kabir hayatı ifadesi kullanılmaktadır. İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek “Rabb'in kimdir?”, “Peygamberin kimdir?” “Dinin nedir?” diye soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (bk. Tirmizî, “Cenâiz”, 70). Kabir azabı ve nimeti ile ilgili olarak Kur'an'da ve sahih hadislerde çeşitli bilgiler bulunmaktadır.                                                                     b) Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri                                                                                     *Kıyametin Kopacağı Zaman                                                                                                      *Kıyamet Alâmetleri (Eşrâtü's-sâat)                                                                                             -Küçük Alâmetler.                                                                                                               -Büyük Alâmetler. Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana gelecek ve birbirini izleyecek olan olaylardır. Büyük alâmetler, tabiat kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylardır.:                                                                                                                  *) Duman. Müminleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü kaplaması.                                                       *) Deccâl. Bu isimde bir şahıs çıkacak ve Tanrılık iddiasında bulunacak, istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Hz. Îsâ tarafından öldürülecektir.                *) Dâbbetü'l-arz. Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Hz. Mûsâ'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü bulunacak, asâ ile müminin yüzünü aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle müminlerin ve kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır.                                                                                                                              *) Güneşin Batıdan Doğması. Evrenin tek hâkimi Allah'ın emriyle güneş batıdan doğacak, bu olaydan sonra iman edenlerin imanı, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.                                                                                                                                     *) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması. Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak bir süre bozgunculuk yapmaları da kıyametin bir başka büyük alâmetidir.                                  *) Hz. Îsâ'nın Gökten İnmesi. Hz. Îsâ kıyametin kopmasına yakın gökten inecek, insanlar arasında adaletle hükmedecek, Hz. Peygamber'in dini üzere amel edecek, deccâli öldürecek, sonra da ölecektir.                                                                               *) Yer Çöküntüsü. Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir.                                                                               *) Ateş Çıkması. Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve her tarafı aydınla tacaktır. Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis kitaplarımızda pek çok rivayet ve bilgi bulunmaktadır. Âhiretle ilgili diğer konularda olduğu gibi kıyamet alâmetlerinin mahiyeti konusunda da gerçek bilgi sahibi yüce Allah'tır. Onların gerçek yüzü bilinemez. Ancak bazı yorumlar yapılabilir, mahiyeti ise Allah'a havale edilir.                                                                                                                                  c-Sûr ve Sûra Üfürüş Kelime olarak sûr, "seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz" anlamlarına gelir. Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağla mak için İsrâfil (a.s.) tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir. Hz. Peygamber bir hadislerinde sûrun, kendisine üflenen bir boru ve boynuz olduğunu haber vermiş lerdir (Tirmizî, “Kıyâmet”, 8). Fakat bu borunun mahiyeti insanlar tarafından biline mez. Sûr da bütün âhiret hallerinde olduğu gibi dünyadaki borulara benzetilemez. Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil (a.s.) sûra iki defa üfürecektir.

İlkinde Allah'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden sarsılacak (nefha-i feza‘=korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve kıyamet kopacak (nefha-i sâik=ölüm üfürüşü), ikincisinde de insanlar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine koşacaklardır (nefha-i kıyâm=kalkış üfürüşü) (en-Neml 27/87; Yâsîn 36/51; ez-Zümer 39/68; elHâkka 69/13-16).                                                                                                                                                        d) Ba‘s (Yeniden Dirilme) ve Âhiret Halleri                                                                               *Ba‘s, Haşir ve Mahşer,Amel Defterlerinin Dağıtılması, Hesap ve Sual, Mîzan, Sırat, *Havuz,Şefaat, A‘râf, Cehennem, Cennet,Allah'ın Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah).        20-Ulu’l Azm Peygamaber ne demektir ve hangi Peygamberlerdir?                    Cevap:Ülü'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ülü'l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette şöyle  buyurulur: "O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahiy eylediğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı..." (eş-Şûrâ 42/13; ayrıca bk. el-Ahzâb 33/7).                                                            

         İBADET İLE İLGİLİ SORULAR (60 soru)

1-Şer’i  delillerden asli deliller hangileridir ,yazınız ?                                                          Cevap: Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyas aslî delillerdir.Bu aslî delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir .                                                                                                                                          2-Şer’i  delillerden fer’i  deliller hangileridir , yazınız ?                                                          Cevap:  İstihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır  .                                                                                                                                         3-İçtihat ne demektir, müçtehit kime deni?                                                                            Cevap:  İctihad sözlükte "zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti göstermesi", fıkıh ilminde ise "fakihin şer‘î-amelî bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarf etmesi" anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir.                                                                                                                                              4-Azimet ve ruhsat ne demektir? Açıklayınız.                                                                        Cevap: Sözlükte azîmet "bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek" anlamındadır. Fıkıh ilminde ise, "meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm" demektir.                                                                                   Ruhsat: Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte "kolaylık, devamlı olan" ruhsat, fıkıh ilminde "meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü" ifade eden bir terimdir  .

 5-İslam dininde kaç çeşit ruhsat vardır  ?                                                                                    Cevap:  Dinin teklifî hükümleri incelendiğinde dört çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.                                                                                                                                                   a) Haramı İşleme Ruhsatı. Zaruret veya zaruret derecesine varan ihtiyaç hallerinde haram bir fiil mubah hatta vâcip hale gelebilir.                                                                          b) Vâcibi Terketme Ruhsatı. Farz veya vâcip olan bir fiilin edasında mükellef için ek bir meşakkat bulunduğunda, bu vâcibi terketme ruhsatı tanınır. Ramazan orucu bütün mükelleflere farz olduğu halde hasta ve yolculara, sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmama kolaylığı tanınmıştır.                                                                                              c) Genel Kurala Aykırı Bazı Akidleri ve Hukukî İşlemleri Yapabilme Ruhsatı. Bazı akidler ve hukukî işlemler İslâm hukukunun o konudaki genel kurallarını veya genel şer‘î delillere aykırı olduğu halde insanların duyduğu ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır. İleride teslim edilecek bir malın peşin para ile satın alınması demek olan selem akdi, mevcut olmayan bir malın satımı mahiyetinde olsa da, insanların ihtiyacına binaen Hz. Peygamber tarafından câiz görülmüştür. Eser siparişi sözleşmesi de (istisna) böyledir.                                                                                                   d) Önceki semavî dinlerde mevcut ağır hükümlerin İslâm'da kaldırılmış olması da, ilâhî teşriin genel seyri içinde İslâm ümmeti için ruhsat hükmündedir. Namazın, ibadete ayrılmış yerin dışında geçerli olmaması, ganimetlerin haram olması, malın dörtte birinin zekât olarak kesilmesi hükümlerinin müslümanlar hakkında kaldırılmış veya çok hafifletilmiş olması böyledir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                    6-İslam dininde kaç çeşit temizlik vardır  ?                                                                                    Cevap: İslâm dini, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalp ve gönül temizliğini de emretmiştir. Beden ve elbise temizliği, görünen kir ve pisliklerin temizlenmesi TEMİZLİK 185 anlamına gelir ve buna "maddî" (dış) temizlik denir. Dinimizin, üzerinde daha önem ve titizlikle durduğu temizlik ise kalp ve gönül (iç) temizliğidir. Kalbin temizliği, dünyevî ilişkiler boyutunda, insanın hemcinslerine karşı kötülük, kin ve haset gibi olumsuz duygulara kalbinde yer vermemesi, aksine iyilik ve hoşgörüyü ilke edinmesi anlamına geldiği gibi, tasavvufî boyutta, kalbin mâsivâdan arınması anlamına gelir ki her iki boyutuyla kalbin temizlenmesi, "gerçek" bir temizliktir. Bununla birlikte kalpten giderilen şey duyularla algılanır bir kir olmadığı için bu temizlik, maddî olmayan anlamında "mânevî" temizlik olarak nitelendirilmiştir. İslâm dini gerek maddî, gerekse mânevî temizliği önemle ve ısrarla emrettiğinden, bu iki tür temizlik için en genel anlamda "dinî temizlik" nitelemesini yapmak da mümkündür. Üçüncü bir temizlik çeşidi ise, özellikle namaz ibadeti için öngörülen ve fıkıh kitaplarında "hadesten tahâret" olarak isimlendirilen "ibadet amaçlı temizlik"tir. Bu tür temizlik, mahiyetçe bahsi geçen iki tür temizlikten farklı olduğu için bunun isimlendirilmesinde bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Maddî ve mânevî temizliğin dinin emri olduğu ikinci plana düşürülecek şekilde, sadece bunun "dinî temizlik" olarak isimlendirilmesi uygun değildir. Çünkü, "dinî temizlik" ifadesinin, hem maddî (dış) temizlik hem mânevî (iç) temizlik hem de ibadet için öngörülen bu özel temizlik türünü içine alacak şekilde kullanılması mümkündür. İbadet amaçlı temizliğin, "hükmî temizlik" olarak nitelendirilmesi de eksik olup bazı zorluklar taşımaktadır. Çünkü "hükmî temizlik" ifadesi, esasında, "gerçek temizlik" mukabili olarak kullanılmakta, dolayısıyla gerçek temizliği içermemektedir. Halbuki abdest ve gusül, ibadet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizliği içermektedir. Bu bakımdan "hükmî temizlik" ifadesi, sadece ibadet amaçlı olmakla birlikte gerçek temizlik içermeyen "teyemmüm" için kullanılabilir.                                                                                                                                                7-Hades ve Necaset nedir, açıklayınız ?                                                                                     Cevap: Hades fıkıh dilinde, abdestsizlik veya cünüplük sebebiyle insanda meydana geldiği var sayılan hükmî kirliliği veya bu kirliliğin sebebini ifade eder.                                Hades, büyük hades ve küçük hades şeklinde ikiye ayrılır. Gusülle giderilebilen cünüplük (cenâbet), hayız ve nifas gibi hükmî kirlilikler büyük hades, abdestle giderilebilen hükmî kirlilik de küçük hadestir. Buna bağlı olarak gusül büyük hükmî temizlik, abdest de küçük hükmî temizlik adını almıştır. Buna göre cünüplük, hayız ve nifas halleri büyük hükmî kirlilik halini, abdesti bozan sebeplerin varlığı da küçük hükmî kirlilik halini doğurur.                                                                                                                                                                                                                                                              Necâset, hakiki ve maddî pislik, kirlilik demek olup böyle maddeye "necis" tabir edilir. İslâm'da bir şeyin temiz olması asıl olup necâset ârızî bir vasıftır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında dinen necis sayılan maddeler ve necis sayılma ölçüleri zikredilmekle yetinilir.                                                                                                                                              8-İstibra ve istinca nedir,  açıklayınız ?                                                                                     Cevap:  İstibra :Küçük abdest bozduktan sonra idrar yolunda kalabilecek idrar damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekleme, bundan sonra vücuttaki idrar sızıntılarını temizleme işlemine fıkıh dilinde "istibrâ" denilir.                                           İstincâ :Büyük abdest bozulduktan sonra dışkı ve idrar yollarında yapılacak dışkı, idrar vb. temizliğine  denir.                                                                                                                                                9-Guslü gerektiren durumlar hangileridir, açıklayınız ?                                                                                                                                                                   Cevap: Hükmî kirlilik hali sayılan cünüplük, hayız ve nifas halleri guslü gerektiren üç temel sebeptir                                                                                                                                        10-Kadınlara mahsus özel haller hangileridir, açıklayınız ?                                                                                     Cevap:  İlmihal dilinde, kadınlara mahsus haller denince hayız, nifas ve istihâze terimleriyle ifade edilen üç durum kastedilir.                                                                                          Yetişkin bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelir.                                                                                                                  Birincisi  belirli yaşlar arasında ve belirli periyotlarla gelen hayız kanıdır.                 Bugünkü tıbbî bilgiler âdet kanamasının 11-13 yaşlarda başlayıp 45-50 yaşlarında sona erdiğini, âdet süresinin de 3-6 gün civarında olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte fizikî bünye, psikolojik durum ve çevre şartlarına bağlı olarak kadınların âdet çağı ve süresi farklılık taşıyabilmektedir. Hanefî mezhebine göre âdetin en az süresi 3, en uzun süresi 10 gündür.İki âdet arasında kalan en az temizlik süresi de 15 gündür                                                                                                                                                                                   Hayız, bir nevi abdestsizlik ve cünüplük hali, yani hükmî kirlilik (hades)  veya mazeret kabul edilir. a-Hayızlı kadının namaz kılmasının ve oruç tutmasının câiz ve sahih olmadığında, yani hayzın bu iki ibadetin ifasına engel birmazeret sayıldığında fakihler görüş birliğindedir. Hayız süresince terk edilen  namazların kazâ edilmesinin gerekmediği, oruçların ise temizlendikten sonra  tutulacağı hususlarında da görüş birliği vardır. Bu konuda Hz. Peygamber'in bilgi ve onayı dahilinde cereyan eden uygulamalar esas alınmıştır (Buhârî,“Hayız”, 20; Müslim, “Hayız”, 69; Ebû Dâvûd,). b-Hayızlı bir kadın hac ibadetini eda ederken Kâbe'yi tavaf hariç hacla ilgili bütün işlemleri ve ibadetleri (menâsik) yapabilir. Haccın rüknü olan ziyaret (ifâza) tavafını yapmak üzere temizleninceye kadar Mekke'de bekler. Hanefîler'e göre hayızlı olarak tavaf yapılması geçerli olmakla birlikte ceza kurbanı kesilmesi gerekir.                                                                                                                 c-Hayızlı kadının Kur'an okuması ve Mushaf'ı eline alması, mescide girip orada kalması, Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre câiz değildir. Bu konuda hayızlı kadın cünüp kimse gibidir. İhtiyaç halinde mescide girebilirler, dua ve zikir niyetiyle dua âyetlerini, Fâtiha, İhlâs gibi sûreleri besmeleyi, kelime-i tevhid ve şehâdeti okuyabilirler.                                                                                                             d-Kur’an Öğretimi:Mâlikîler kadınların Kur'an öğretimi ve öğrenimi için böyle bir ruhsata ihtiyacı bulunduğu noktasından hareket etmişlerdir.Hayızlı kadının hayız sebebiyle ibadet edememesi, Kur'an okuyamaması dinin kendisine tanıdığı bir muafiyettir. Bu ibadetleri yapamadığı için dinî bir sıkıntı, eksiklik ve sorumluluk duyması yersizdir. İbadetlerde sayı ve süreden ziyade niyet ve fikrî-ruhî yoğunluk önemlidir. Fakat Kur'an öğretimi ve öğrenimi ile meşgul olan kadınlar, hatta mazeret beyan etmesinin kendisini zor durumda bırakacağı bir ortamda bulunan kadınlar yukarıdaki ruhsattan yararlanarak hayızlı oldukları halde Mushaf'ı ellerine alıp, Kur'an okuyup dinleyebilirler.                                                                                                        e-Hayızlı kadınla cinsel ilişkide bulunmak, âyetin de açık ifadesi gereği (elBakara 2/222) haramdır. Böyle bir ilişkide bulunan kimsenin bu günahından tövbe ve istiğfar etmesi gerektiği gibi belli bir miktar (ilk günlerdeki ilişki için 4,25 gr., son günlerdeki için bunun yarısı miktarda altın) sadaka vermesi de gerekli görülür.                                                       Hayız kanı kesilen kadın gusletmedikçe cinsel ilişkide bulunamaz. Ancak Hanefîler hayız kanının alışılmış, belirli âdet süresinin sonunda kesilmesinden itibaren bir namaz vakti geçtikten sonra gusül yapılmasa da cinsel ilişkinin câiz olduğu görüşündedir. Hayızlı kadınla cinsel ilişkinin dinen yasaklanması kadının beden ve ruh sağlığı açısından da son derece gerekli bir tedbirdir.                                                                                        İkincisi doğumdan sonra belirli bir süre gelen nifas (loğusalık) kanıdır.                                  Fıkıh dilinde nifas yani loğusalık, doğumdan hemen sonra kadının cinsel organından gelen kan veya bu şekilde kan gelmesinin sebep olduğu hükmî kirlilik (hades) halinin adıdır. Böyle kadına da loğusa (nüfesâ) tabir edilir.                                                                                         Nifas kanı için âzami  Hanefî ve Hanbelîler nifasın en uzun süresinin 40, Mâlikî ve Şafiîler ise 60 gün olduğu görüşündedir. Bu süreler tamamlanmadan da nifas kanı kesilebilir. O zaman fiilî durum esas alınır ve kanın kesilmesiyle nifas hali dinen sona ermiş sayılır.                                                                                                                                                             Kadınların hayız hali ile ilgili dinî hükümler nifas için de geçerlidir. Nifas hali sona eren kadının gusletmesi gerekir. Gusletmedikçe belirtilen ibadetleri eda edemez. Cinsel ilişkinin helâl olabilmesi için nifas kanı kesildikten sonra kadının gusletmesi veya (Hanefîler'e göre) bir namaz vakti kadar sürenin geçmesi gerekir.

Üçüncüsü ise  Rahim içi damarlardan hayız ve nifas hali dışında ve bir hastalık veya yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze (özür kanı) denilir .                                       İstihâze kanı, dinmeyen burun kanaması, tutulamayan idrar veya bir yaradan sürekli kan akması gibi sadece abdesti bozan bir özür (mazeret) halidir. Bu durumdaki kadın gerekli maddî-bedenî temizliği yapar, tedbirleri alır ve özürlü kimselere tanınan ruhsat ve muafiyetleri kullanarak her bir namaz vakti için ayrı ayrı abdest alıp ibadetlerini eda eder.                                                                                                                                          11-Huşu ve  hudu nedir, açıklayınız ?                                                                                     Cevap: Huşu: Kelime olarak alçak gönüllülük, hayâ etmek ve mütevazi olmak anlamlarına geliyor. Istılah olarak ise korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir manevi hâldir. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük, sükun ve tezellül hâlidir. Yani, Allah’ın sonsuz haşmet ve büyüklüğü karşısında insanın müthiş bir ürperti ve sevgi ve korku karşımı bir hürmet bir saygı haline deniyor.                                                                                                             Huşûyu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.                                                             Hudu’: Eğilmek, bükülmek, küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek anlamınadır  .  Mahviyet ve tevazu hâli, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden sonra hâsıl olan, insandaki huzur hâlidir.                                                                                                                             2-Hareket halindekibinek ve otomobil üzerinde namaz kılmanın hükmü nedir ?                                                                                                                                      Cevap: Normal durumlarda binek üzerinde nâfile namaz kılmak câiz ise de, farz namaz kılınmaz. Ancak zaruret durumlarında binek üzerinde namaz kılmak câiz görülmüştür. Hayvan üzerinde, otomobil veya otobüste namaz kılındığı takdirde namazın rükünlerinden olan kıyam ve çoğu kere istikbâl-i kıble yerine getirilemez. Fakat yerin çamur olması, namaz kılacak uygun bir yer bulunmaması gibi durumlar da, hayvanı veya otomobili durdurup, hayvanın veya taşıtın üzerinde kıbleye yüz tutarak namaz kılınabilir.                                                                                                                                                Gemide namaz kılan kimse mümkünse kıbleye doğru döner; gemi yön değiştirdikçe kendisinin de kıble tarafına dönmesi gerekir.                                                                             13-Müstehab ve Mekruh vakitler hangileridir açıklayınız ?                                                                                                                         Cevap: Müstehap Vakitler Her vaktin namazı, kendisi için belirlenmiş olan vaktin hangi parçasında kılınırsa kılınsın vaktinde kılınmış olur. Farz namazları vaktin ilk girdiği anda kılmak efdaldir. Nitekim Hz. Peygamber "Vaktin evveli, Allah'ın hoşnutluğudur, vaktin sonu ise affıdır" (Tirmizî, “Mevâkýt”, 13) buyurmuştur. Fakat namazın ilk vaktinden sonraya bırakılmasında bir fazilet varsa bu takdirde vaktin sonuna bırakılabilir. Hz. Peygamber, sabah namazının ortalık biraz aydınlıkça iken kılınmasının daha faziletli olduğunu belirttiği için, sabah namazının vaktin ilk kısmında değil son kısmında kılınması (isfâr) Hanefîler’ce daha faziletli kabul edilmiştir. Fakat sonrasında vakfe yapılacağı için Müzdelife'de kılınan sabah namazının, vaktin evvelinde kılınması (taglîs) daha uygun ve faziletlidir.                                Sıcak bölgelerde, yaz günlerinde, öğle namazını geciktirip serinlikte kılmak (ibrâd) efdaldir. İkindi namazını, güneşin gözü kamaştırmayacak duruma gelmesinden önceki vakte kadar geciktirmek efdal, gözü kamaştırmayacak hale gelmesine kadar geciktirmek tahrîmen mekruhtur. Akşam namazını her zaman ilk vaktinde, yani vakti girer girmez kılmak efdaldir.Yatsı namazını gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek efdaldir. Uyanacağına güvenen kişiler için, vitir namazını fecrin doğmasına yakın bir zamanda kılmak efdaldir.                                                                                                    Mekruh Vakitler Farz namazlar için müstehap vakitler olduğu gibi namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler de vardır.                                                                                                                                              Mekruh vakitler iki kısımdır. Bir kısmında hiçbir namaz kılınmaz, bir kısmında ise özellikle nâfile namaz kılınmaz, kazâ namazı kılınabilir.                                                                Hiçbir namazın kılınamayacağı üç mekruh vakit şunlardır:                                                       a. Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman (şürûk zamanı ki bu yaklaşık 40-45 dakika civarındadır).                                                                                           b. Güneşin tam tepe noktasında olduğu zaman (vakt-i istivâ).                                                                 c. Güneşin batma zamanı (gurûb). Gurup vakti, güneşin sararıp veya kızarıp artık gözleri kırpıştırmadan rahatlıkla bakılacak hale geldiği vakittir. Bu vakitte sadece, o günün ikindi namazının farzı kılınabilir.                                                                                 Nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler:                                                                                  a. Fecrin doğmasından sonra sabah namazının sünneti dışında nâfile namaz kılınmaz. b. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar,                                                                 c. İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar,                                                                     4. Akşam namazının farzından önce,                                                                                                       d. Bayram namazlarından önce, ne evde ne camide,                                                                               e. Bayram namazlarından sonra, camide,                                                                                             f. Arafat ve Müzdelife cem‘leri arasında,                                                                                           g. Farz namazın vaktinin daralması durumunda,                                                                        h. Farza durulmak üzere kamet getirilirken (Sabah namazının sünneti müstesnadır).                                                                                                                                             ı. Cuma günü hatibin minbere çıkmasından cuma namazı sona erinceye kadar nâfile namaz kılınmaz.                                                                                                                                                              14-Zelletü’l Kari ne demektir , ahkamını açıklayınız ?                                                                                      Cevap:Namazın içinde Kur'an okurken çeşitli sebeplerle okuma hatası yapılabilir. Bu okuyuş hataları ve dil sürçmesi fıkıh terminolojisinde "zelletü'l-karî" olarak adlandırılır.                                                                                                                                  Sıklıkla karşılaşılabilecek bazı durumlara ilişkin hükümlere işaret edelim.                                            a. Namazın rükünlerinden biri olan kıraati ifa ederken Kur'an'ın bir kelimesinin dahi anlam bozulacak şekilde kasten değiştirilmesi halinde namaz bozulur. Kasıtsız olarak yanlışlık yapmak durumunda esas alınacak ölçü, değiştirilen lafzın Kur'an lafızlarından olup olmadığına bakılmasıdır. Eğer Kur'an lafızlarından olmayan bir lafız okunmuş olursa namaz bozulur. Okunan şey Kur'an lafızlarından olduğu sürece zabt ve i‘rabında ve mânada bir bozukluk (halel) olsa bile namaz fâsid olmaz.                     Yine kelime sonlarındaki hareke yanlışları, anlamı değiştirse bile namaz bozulmaz.     b. Bir harf yerine başka bir harf okumak: Bu harfler sin ve sad harfi gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerden ise namaz bozulmaz. Meselâ, "Allahü'ssamed" diyecek yerde "Allâhü's-semed" demek "felâ takher" diyecek yerde "felâ tekher" demek, "fethun karîb" diyecek yerde "fethun garîb" demek namazı bozmaz.                                      Fakat âlimlerin çoğunluğu "Allahü ehad" yerine "Allahü ehat" okumanın namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlâs sûresini okurken "dâl" harfini, "te" gibi okumamaya dikkat etmek gerekir.                                                                                                       c. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Meselâ "dât" yerine "dâl", "zâl" veya "zı" harfinin okunması böyledir.                                                                                                                      d. Şeddeli harfi şeddesiz veya şeddesiz harfi şeddeli, uzun okunacak yerde kısa veya kısa okunacak yerde uzun, idgam yapılacak yerde idgamsız veya idgam yapılmayacak yerde idgam yaparak okumakla namaz bozulmaz. Meselâ "iyyâke na‘büdü" diyecek yerde "iyâke na‘büdü" demekle namaz bozulmaz.                                                         e. Kelimenin bir parçası kesilse, meselâ "el-hamdü…" diyecekken, unutmak veya nefesi yetmemek veya nefesi bir sebeple tıkanmaktan dolayı, "el…" deyip, durduktan sonra "el-hamdü…" denilse veya okunacak kelime hatıra gelmeyip başka bir kelimeye geçilse çoğunluğa göre namaz bozulmaz. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır.                                                            f. Eğer âyete bir harf ilâve edilse mâna değişmiyorsa namaz bozulmaz.Buna mukabil, "Allahüekber" ifadesinin başına bir "e" harfi eklenecek olsa, anlam bütünüyle değişeceği ve inanç noktasından riskli bir anlam çıkacağı için namaz bozulur. Çünkü "Allahüekber" sözünün anlamı, "Allah en büyüktür" şeklinde olup başına "e" harfi eklendiği zaman "Allah en büyük müdür?" şekline dönüşmektedir.                                                    g. Anlam bozulmadığı takdirde kelimelerin yerinin değişmesiyle namaz bozulmaz. Meselâ "fîhâ zefîrun ve şehîkun" yerine "fîhâ şehîkun ve zefîrun" okunmasıyla namaz bozulmaz. Fakat anlam değişirse namaz bozulur.                                                                                   h. Bir kimse namazda fâhiş hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden düzgün şekilde okursa namazı câiz olur.                                                                                                              ı. Kıraat esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre Fâtiha dışındaki okuyuşlarda kasıtlı olmamak şartıyla meydana gelen hata sebebiyle namaz bozulmaz. Bu bakımdan, özellikle Fâtiha'yı hatasız öğrenmeye, doğru ezberleyip doğru okumaya çalışmak iyi olur.                                                                                                                                         15-Tadil-i Erkan  ne demektir , ahkamını açıklayınız ?                                                                                      Cevap: Ta‘dîl-i erkân, rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta‘dîl-i erkâna riayetin sonucunda rükünler şekil olarak düzgün ve kıvamında yerine getirilmiş olur. Böylece kişi namazını üstün körü değil,"dört başı mâmur" kılmış olur.                                                                                                                                           Ta‘dîl-i erkân özellikle rükûda, rükûdan doğrulmada, secdede ve iki secde arasındaki oturuşta söz konusu olur. Hanefî mezhebi eserlerinde rükûda "tuma'nîne"nin, rükû dan doğrulduktan sonra bir süre ayakta beklemenin (kavme) ve iki secde arasında bir süre (“sübhanellâhi'l-azîm” diyecek kadar) oturarak beklemenin (celse) sünnet olduğu kaydedilmekle beraber kuvvetli görüşe göre bunlar ta‘dîl-i erkânın birer boyutu olmak bakımından vâciptir.                                                                                                    Ta‘dîl-i erkân, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, ayrı bir rükün veya rüknün şartı olması itibariyle farzdır. Hanefî mezhebine göre (Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre) ise vâciptir.                                                                                                                                        16-Namazda huruç bi-sun’ıhi  ne demektir , ahkamını açıklayınız ?                                                                                      Cevap:Namazdan Kendi Fiili ile Çıkmak Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması namazın rükünlerindendir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise teşehhüt miktarı oturmakla namaz rükünleri itibariyle tamamlanmış olur.                                                                   Bu görüş ayrılığının ayrıntı sayılabilecek bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka‘de-i ahîrede teşehhüt miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile, namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, meselâ kendisine verilen selâmı almak veya hapşırana “çok yaşa” veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa, her üç imama göre de namazı tamam sayılır. Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışın da bir sebeple namazı bozulsa  İmameyn’e göre bu kişinin namazı tamamdır,

Ebû Hanîfe'ye göre ise tamam değildir. Hemen abdest alıp kendi istek ve iradesiyle (ihtiyar) namazdan çıkmazsa namazı geçersiz olur ve yeniden kılması gerekir.                                                                                                                                Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı  oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı iki imama göre tamamdır. Ebû Hanîfe'ye göre ise fâsiddir.                                                                                                   Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre namazdan çıkmak için birinci selâmın verilmesi; Hanbelî mezhebine göre de iki tarafa selâm verilmesi farzdır.                                              Hanefî mezhebine göre ise selâm farz değil, vâciptir. Hanefîler, Hz. Peygamber'in bazan teşehhüt miktarı oturduktan sonra, selâm vermeden arkadaşlarına dönerek konuşmak gibi bir fiille namazı tamamladığını bildiren rivayetleri dikkate alarak namazdan selâmla çıkmayı rükün saymamışlardır.                                                                    17-Namazda amel-i kesir ne demektir, açıklayınız?                                                      Cevap: Amel-i kesîr, çok veya aşırı bir davranışta bulunmak demektir.                              Amel-i kesîr için net bir sınır çizme imkânı olmamakla birlikte dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek davranışta bulunmak şeklinde bir ölçü getirilmiştir. Bu bakımdan, namazdayken namaza aykırı, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer.                                                                                  Bununla birlikte Hz. Peygamber namazda iken torunlarının sırtına bindikleri, kucağına geldikleri şeklindeki rivayetlere nazaran, benzer durumlarla karşılaşıldı ğında, çocukları rencide etmeden, sarsmadan usulca yere koymak veya kenara çekmekle namaz bozulmaz.                                                                                                         Biriyle musafaha yapmak, el sıkışmak da amel-i kesîr kapsamına girer.                                                                                                                                  18-Ezanı tarif ediniz ve Peygamberimizin müezzinlerinin isimlerini ve görev yerlerini yazınız?                                                                                                                                      Cevap: Ezan sözlükte "duyurmak, bildirmek" anlamına gelir. İlmihaldeki anlamı ise, farz namazlar için belli vakitlerde okunan "bilinen özel sözler"dir.                                                                                                                                            19-Ezanda teressül  veya irtisal  ne demektir ,  açıklayınız ?                                                                                       Cevap:  Ezan okunurken her cümle arasında biraz bekleme yapılır ve ikinci cümleler de ses biraz daha yükseltilir. Buna teressül veya irtisâl denilir. Kamet ise duraklama yapmaksızın seri okunur. Buna da "hadır" denilir.                                                                                                                                             20-Muhazatü’n Nisa  ne demektir , ahkamını açıklayınız ?                                                                                      Cevap: Kadınların cemaatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veya hizada olması, ilmihallerde "muhâzâtü'n-nisâ" terimiyle ifade edilir.                                     İmama uyacak kişi tek kadın ise imamın arkasına durur. Cemaat çoğalıp saf teşkil edilecek ise saf düzeni, önce erkekler safı, onun arkasında çocuklar safı ve onun arkasında kadınlar safı olacak şekilde yapılır.                                                                                   Kadınların cemaate katılmaları durumunda saf düzenine riayet edilmesi gerektiği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır.

Buna göre kadınların, safın en gerisinde, erkeklerin -varsa çocukların- arkasında namaza durmaları gerektiği söylenmiştir. Bu şekildeki uygulamanın, kadınların aşağılandığı ve "ikinci sınıf" konumuna indirgendiği anlamına alınması doğru değildir. Bu uygulama ile kadınlar camilerin dışına atılmış olmadığı gibi Allah'ın huzurundan uzaklaştırılmış da değildir. Namaz nerede kılınırsa kılınsın namaz kılan kimse Allah'ın huzurundadır. Sadece herkesin anlayabileceği tabii, fıtrî birtakım sebepler yüzünden kadınların arka saflarda durması önerilmiştir. Bu durumda kadın lar emre itaat etmiş olmaları sebebiyle ilk safın sevabından mahrum da olmazlar. Zaten cemaatle namazda ilk safın daha faziletli görülmesi, biraz da cemaatin dağınıklığını önlemeye, saf düzeninde disiplini sağlamaya mâtuf bir tedbirdir.                                                                                                         Özellikle Hanefî bilginler, saf düzenine uyulmasını sağlamak ve uygunsuz durumların ortaya çıkmasını engellemek için, cemaatle kılınan namazda, kadının erkeğin hizasında durarak namaz kılması durumunda, erkeğin namazının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Daha açık söylemek gerekirse bir kadın erkek safları arasında namaz kılacak olsa kadının iki yanındaki birer erkeğin ve kadının tam arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur, ötekilerin namazı bozulmaz. Hanefîler'e göre bu durumda namazın bozulmasının nedeni, duruş düzeni (tertîbü'l-makam) farzının terkedilmiş olmasıdır. Nitekim imama uyan kimse imamın önüne geçecek olursa, duruş düzenini ihlâl ettiği için namazı bozulur.                                                                      Cenaze namazı, mutlak namaz olmadığı için cenaze namazında kadınların erkeklerle aynı hizada bulunması namaza zarar vermez. Ancak cenaze namazında da sünnet olan saf düzeni, kadınların arkada olmalarıyla gerçekleşir. Yine yönelinen cihetlerin farklı olması durumunda, Kâbe'nin içerisinde de muhâzât sorunu yoktur. Çünkü farklı yönlere yönelme durumunda muhâzât söz konusu olmaz. Duruş düzeninde kadınların yerini belirleyen "Kadınları Allah'ın koyduğu yere, arka saflara yerleştirin" (ahhirühünne, haysü ahharahünnellâh [bk. Zeylaî, II, 36]) ve "Kadınların saflarının en şerli olanı ilk saftır" (şerru sufûfi'n-nisâ evvelüha [bk. Müsned, II, 336]) gibi hadisler rivayet açısından kuvvetli olmadığı gibi, konuya delâleti de açık ve kuvvetli değildir. Hanefîler prensip olarak namazın farzlarının ancak yakîn ve kesinlik ifade eden yollarla sabit olabileceğini kabul ederken, bu muhâzât meselesinde, yani cemaatle namaza duruş düzeninin belirlenmesinde, yakîn ifade etmeyen haber-i vâhidlerle amel etmişlerdir. Çünkü duruş düzeni, cemaat namazının farzlarındandır ve cemaat namazının kendisi sünnetle sabit olmuştur. Bu bakımdan onun farzlarının kesinlik ifade etmeyen sünnetle sabit olması mümkündür.                                                                             Şâfiî ise kadının erkek hizasında namaza durmasının (muhâzât) erkeğin namazına zarar vermeyeceği görüşündedir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en ileri nokta, kadınların aynı hizada bulunmaları durumunda, saf tutmanın gerçekleşemeyeceğidir. Saf tutmanın, farz değil sünnet olduğu düşünülürse, bunun da fazla bir önemi olmadığı görülür.                                                                                                              Mezheplerin bu konudaki görüşleri ve gerekçeleri incelendiğinde kadınların erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibariyle dinî bir mesele olmayıp, doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir.                                                                                                                                                           21-Namazı cemaat ile kılmamanın mübah olduğu  durumları belirtiniz ?                                                                                      Cevap:  Cemaate katılmamak şu durumlarda mubah olur:                                                       a. Hastalık. Cemaatle namaza katılmamayı mubah kılan mazeretlerin başında hastalık gelir. Âlimler, cemaate katılmamayı mâzur gösteren hastalık için, teyem mümü mubah kılacak derecede olması şeklinde bir ölçü getirmişlerdir. Hastalık için getirilen bu ölçü, cemaatin önemini göstermesi bakımından oldukça yerindedir. Fakat bu ölçü, hastalığı sadece hasta olan kişi açısından, yani onun ayakta durmaya, yürümeye güç yetirip yetirememesi açısından değerlendirmektedir. Hastalık için ölçü getirilirken başkalarına verilecek rahatsızlık ve hastalığın yayılma riski de dikkate alınmalıdır. Meselâ nezle veya grip olan kişi, yukarıda getirilen ölçüye uymaz. Bununla birlikte nezle, grip gibi hastalıklara yakalanmış kişilerin bu halde cemaate katılmaları mekruhtur.                                                                                                                  b. Korku. Mescide gittiği takdirde malına, canına veya namusuna bir zarar gelmesinden korkan kimse de cemaate gitmemelidir. Hz. Peygamber, korku ve hastalığı cemaate katılmamayı mâzur kılan sebepler arasında saymıştır.                                    c. Olumsuz hava şartları.İnsanı  meşakkate sokacak derecede yağmur, çamur, şiddetli soğuk, kar, ayaz, şiddetli sıcak, zifiri karanlık ve geceleyin şiddetli rüzgâr gibi hava şartları, vakit namazlarına olduğu gibi cuma namazına katılmamak için de bir mazerettir.                                                                                                                                     d. Abdestin sıkışık durumda olması. Böyle bir kimsenin cemaate katılması uygun değildir. Bu durum namazın huşû ve huzur içinde yapılmasına engel olduğu için esasen bu durumda iken tek başına namaz kılmak da mekruhtur. İnsanı, kalp huzurundan ve huşûdan alıkoyacak başka durumlar da aynı hükümdedir.                     Yolculuk hazırlığı yapmakta olma, karnın aç olup arzu edilen bir yemeğin hazır olması gibi durumlarda da, gerekli iç huzurunun sağlanması ihtimali zayıfladığından cemaate gidilmeyebilir.                                                                                                               e. Herkese veya toplum için yeterli olacak sayıda kimseye farz olan ilmî araştırma ve eğitim öğretimle meşguliyet de cemaate katılmamak için mazeret kabul edilmiştir. Fakat bilimsel çalışma yapan kişilerin, cemaati büsbütün terk etmemesi ve mümkün oldukça cemaate katılması uygun olur. Ayrıca hazır bulunmalarını fırsat bilip, istifade etmeyi arzuladığı kimseler ile ilmî ve dinî görüş alışverişinde bulunmak da bir mazeret sayılır.                                                                          f. Bedenî ârızalar. Gözlerin görmemesi, kötürümlük, düşkün ihtiyarlık gibi haller de cemaate gitmemeyi mubah kılar.                                                                                                                                                                                 

22.İmametin şartları nelerdir,belirtiniz ?                                                                                      Cevap: İmamın ergin (bâliğ), belli bir aklî olgunluk düzeyine ulaşmış (âkıl) ve tabii ki müslüman olması şarttır. Küfrü gerektirecek bir inancı bulunan, bid‘at ve dalalet ehlinin arkasında namaz kılınmaz. İmam olacak kişinin erkek olması şart görülmüş tür. Kadın, erkeklere imam olamaz. Bununla birlikte kendi aralarında cemaatle namaz kılmak istediklerinde içlerinden biri imam olabilir. Yine bir cenaze namazında sadece kadınlar bulunuyorsa, bu takdirde içlerinden biri imam olup cenaze namazını kıldırır.                                                                                                                           İmamlık yapabilmek için namaz sahih olacak kadar Kur'an'ı ezbere okuyabilmek (kıraat) şart olduğu gibi özürlü olmayıp sağlam olmak ve namazın sıhhat şartlarından birini yitirmiş olmamak da şarttır. Özürlü olan kimse, özürsüze imam olamayacağı gibi, necâsetten tahâret şartını veya setr-i avret şartını yerine getirmemiş kimse, bu şartları yerine getirmiş olan kişiye imam olamaz.                                                                                                                                                           23-Müezzinlik yapmanın şartları nelerdir ?                                                                                     Cevap:  Ezan okuyacak kimselerin erkek, akıllı, takvâ sahibi olmaları gerekir. Cahillerin, fâsıkların, çocukların ve kadınların ezan okumaları veya kamet getirmeleri mekruhtur. Ezan okuyan kimselerin abdestli olmaları gerekir; abdestsiz okunan ezan geçerli olmakla birlikte böyle yapmak mekruhtur. Müezzinler güzel ve gür sesli olmalıdır. Peygamberimiz yirmi kişiye ezan okutturup dinlemiş, içlerinden Ebû Mahzûre'nin sesini beğenmiştir (Dârimî, “Salât”, 7).                                                                                                                                                      24-İmama uymanın geçerli olmasının şartları nelerdir?                                                                                      Cevap: Cemaatle namaz kılınırken imama uymaya iktidâ, imama uyan kimseye de muktedî denilir.                                                                                                                        Bir kimsenin imama uymasının fıkhen geçerli olabilmesi için bazı şartlar aranır.                                                                                                                                    a. Muktedî namaza dururken hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir.                                                                                                                                   b. Muktedî imamdan geride durup, hizasına veya önüne geçmemelidir.                                c. Kılınan namazın nevi itibariyle imam muktedîden aşağı olmamalıdır. Nâfile kılan muktedî, farz kılmakta olan imama uyabildiği halde, farz namaz kılan (müfteriz) muktedî, nâfile namaz kılan (müteneffil) imama uyamaz. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre böyledir. Fakat Şâfiîler'e  ve Hanbelîler'e göre farz kılan kişi, nâfile kılana uyabilir. Bunların gerekçelerinden birisi Muâz'ın Hz. Peygamber'in arkasında yatsı namazını kıldıktan sonra, gidip kendi kavmine yatsı namazını kıldırdığına ilişkin rivayettir. Şâfiîler'e göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse, yeniden başkalarına aynı vakit için imamlık yapabilir. Kendi kıldığı nâfile olur. Dört rek‘atlı bir farzın kazâsı için teşkil edilen cemaatte imam yolcu, muktedî mukim olursa, imam muktedîden durumca daha aşağı olmuş olur.                                                               d. İmam ve muktedî, aynı farzı kılıyor olmalıdır. Meselâ biri öğle namazının farzını kazâ ediyor, öteki ikindi namazının farzını eda ediyor ise veya birisi bugünün öğle namazını, diğeri dünün öğle namazını kazâ ediyor ise birbirlerine uyamazlar.                       e. İmam lâhik veya mesbûk olmamalıdır. Yani bir kimse, imama öğle namazının son rek‘atında uymuş olsa ve imam selâm verdikten sonra geri kalan üç rek‘atı tamam larken, bu durumdan habersiz birisi gelip kendi başına farz kıldığını zannederek ona uysa sahih olmaz. İktidânın sahih olması için imamın imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmadığı için tek başına farz namaz kıldığı bilinen bir kişiye gidip iktidâ edile bilir. O kişi kendisine uyulduğunu ister fark etsin ister fark etmesin durum değişmez. Kendine iktidâ edildiğini fark ederse sesini biraz yükseltmesi uygun olur. Farz kılmak ta olduğunu belli etmek için intikal tekbirlerini yüksek sesle almasında yarar vardır.  f. İmam ile muktedî arasında, kadın saffı bulunursa iktidâ sahih olmaz.                                   g. İmam ile muktedî arasındaki mesafenin mâkul uzaklıkta olması gerekir. Aksi takdirde meselâ aralarında bir ırmak veya yol bulunması gibi, aşırı uzaklıkta iktidâ sahih olmaz. Farz dışındaki namazlar binek üzerinde kılınabildiği gibi cemaatle de kılınabilir. Farz olmayan bir namaz cemaatle kılınacaksa, birinin binek üzerinde ötekinin yaya olması veya farklı bineklerde olması durumunda iktidâ sahih olmaz.                  h. İmamın intikal tekbirlerini duymaya engel olacak bir perde, duvar bulunmamalıdır. Aradaki duvar, hoparlör ve aradaki aktarıcılar sayesinde imamın intikallerinden haber dar olmayı engellemiyorsa bu takdirde iktidâ konusunda herhangi bir problem olmaz. ı. Bir kimse başka mezhepten birine uyabilir. Onun kendi mezhebindeki şartlara aykırı bir davranış içinde bulunup bulunmadığını araştırması gerekmez. Olağan durum budur. Fakat uyduğu kişide, kendi mezhebine göre abdesti bozan bir durumun ortaya çıktığını bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Meselâ Şâfiî bir imamın elinin kanadığını gören, daha sonra onun gidip abdest tazelemediğini de yakînen bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Çünkü kan akması Şâfiî mezhebine göre abdesti bozmaz, fakat Hanefî mezhebine göre bozar. Bu durumu kesin olarak görüp bildikten sonra, ona uyması sahih olmaz. Uyacak kişi bu durumu yakînen bilmiyorsa, tahmine göre davranmayıp uyabilir. İsterse uyulan kişi, Hanefî mezhebine göre abdesti bozan bir şey yapmış olsun. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre imamın namazı -kendi mezhebine göre- sahih olursa başka mezhepten olan ve ona uyarak namaz kılan cemaatin de namazı -kendi mezheplerine uymasa bile- sahih olur. k.Abdestli kişinin teyemmümlüye; abdest uzuvlarını yıkamış olan kişinin, meselâ mest üzerine veya sargı üzerine mesh etmiş olan kişiye; ayakta duranın oturan kişiye iktidâsı da, bunun tersine bir iktidâ da sahihtir. Nâfile kılan farz kılana uyabilir, fakat aksi sahih değildir. İma ile namaz kılan kişiye, kendi durumunda olanlar uyabilirler. Mukim ile seferînin (yolcu) cemaatle namaz kılmaları câiz olup mukimin imam olma sı daha uygundur.Yolcunun imam olması halinde,kendisinin seferî olduğunu söyleme si şart olmamakla birlikte, onların yanılmamaları için önceden duyurması iyi olur.                                                                                                                                                       25-Namazda Müdrik,Lahik ve mesbuk kimlere denir?                                                                                      Cevap:a)Müdrik "idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş" gibi anlamlara gelir. İlmihal ıstılahında, namazı tamamen imamla birlikte kılan kimseye müdrik denir.                                                                   b)İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimseye lâhik denir.                                           c)İmama namazın başında değil, birinci rek‘atın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek‘atlarda uyan kimseye mesbûk denir.                                                                                                                                            26-Cuma namazına gitmemeyi mubah kılan mazeretler nelerdir ?                                                                                       Cevap:  Cuma namazına gitmemeyi mubah kılan belli başlı mazeretler şunlardır:                               a. Hastalık. Hasta olup cuma namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimse cuma namazı kılmakla yükümlü olmaz. Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu konuda hasta hükmündedirler. Cuma namazı için camiye gittiği takdirde hastaya zarar geleceğinden korkan hasta bakıcı için de aynı hüküm geçerlidir. Mikrobik ve bulaşıcı hastalıklara yakalanmış kimseler de cuma namazına gelmeyebilirler.                                                                                      b. Körlük ve kötürümlük. Kör (âmâ) olan bir kimseye, kendisini camiye götürebi lecek biri bulunsa bile, Ebû Hanîfe, Mâlikîler ve Şâfiîler'e göre, cuma namazı farz değildir. Hanbelîler'le, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, kendisini camiye götürebilecek biri bulunan âmâya cuma namazı farzdır. Kendisini camiye götürebi lecek kimsesi bulunmayan âmâya ise, bütün bilginlere göre cuma namazı farz değildir. Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da cuma namazı farz değildir.                                                                                                            c. Uygun olmayan hava ve yol şartları. Cuma namazına gittiği takdirde kişinin önemli bir zarara veya sıkıntıya uğramasına yol açacak çok şiddetli yağmur bulunması, havanın çok soğuk veya sıcak olması veya yolun aşırı çamurlu olması gibi durumlarda cuma namazı yükümlülüğü düşer.                                                                  d. Korku. Cuma namazına gittiği takdirde malı, canı veya namusunun tehlikeye gireceğine dair endişeler taşıyan kimseye de cuma namazı farz değildir.                    Cuma namazının farz olması için bu iki şartın (erkeklik ve mazeretsizlik) bulunması gerektiği hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Bundan sonraki şartlarda ise fakihler arasında görüş farklılıklarına rastlanır.                                                                                                                                                 27-Hutbenin mekruhları nelerdir ?                                                                                     Cevap:  Hutbenin sünnetlerini terk etmek mekruhtur. Ayrıca, hutbe okunurken konuşmak ve konuşan birini konuşmaması için uyarmak tahrîmen mekruhtur. Hatta hatip ile cemaatin dinî meselelerde soru-cevap şeklindeki konuşması dahi -Hz. Peygamber'den bu yönde bazı uygulamalar rivayet edilmekle birlikte- cami disiplinini bozacağı gerekçesiyle hoş karşılanmamıştır. Hutbe dinleyenlerin sağa sola bakmaları, selâm verip almaları da mekruhtur. Hatta Hz. Peygamber'in adı anıldığı zaman ya sessiz kalmalı ya da içinden salâtü selâm etmelidir. Hutbe esnasında namaz kılmak dahi mekruhtur.                                                                                                                   

28-Zuhr-i Ahir namazı ve ilgili ahkamı anlatınız?                                                  Cevap: Zuhr-i ahîr namazı, son öğle namazı demektir. Cuma namazı, öğle namazının vaktinde kılınıp, onun yerini tuttuğuna göre, ayrıca bir "son öğle namazı" kılmanın anlamı nedir?  Esasen Hz. Peygamber'den ve ilk dönemlerden gelen rivayetler arasın da zuhr-i ahîr diye bir namaz yoktur. Bu namaz, cumanın sıhhat şartlarının, özellikle cuma namazının bir bölgede bir tek camide kılınması şartının şehirlerin nüfusunun artması sebebiyle gerçekleşmemesi, dolayısıyla bir şehirde birkaç yerde namaz kılma mecburiyetinin ortaya çıkmasıyla birlikte gündeme gelmiş bir namazdır.                  Bunun anlamı şudur: Cumanın her yerleşim biriminde tek bir camide kılınması namazın sahih olması için şart görüldüğü takdirde,bir şehirde sadece bir camide cuma namazı kılmanın da artık imkânsız hale geldiği göz önünde bulundurulursa, bir şehir de birkaç camide kılınan namazlardan sadece birinin sahih, ötekilerin bâtıl olması kaçınılmaz olur. Cuma namazı bâtıl olan kişilerin de öğle namazını kılmaları gerekir. Hangisinin sahih, hangilerinin bâtıl olduğu bilinmediğine göre, hepsinin ihtiyaten yeniden öğle namazı kılması en uygun çözümdür.                                                             İşte bu son öğle namazı, böyle bir ihtiyatın hatta kaygının ürünü olup o günün öğle namazını kurtarma düşüncesiyle kılınmaktadır. Fakat, bu tedbirin kaynağı olan kaygı ve var sayıma mahal yoktur. Çünkü cuma namazının bir camide kılınması, cumanın anlamına uygun olmakla birlikte, nüfusu milyonlara ulaşan büyük şehirlerin ortaya çıktığı günümüzde bu şartın yerine getirilmesi mümkün değildir. Fakihlerin böyle bir şart ileri sürmüş olmasını kendi dönemlerindeki şartlarla irtibatlandırmak gerekir.                          Dolayısıyla İmam Muhammed'in görüşüne uyularak, izdiham olsun olmasın bir şehir de birden fazla camide cuma namazı kılınabileceğinin tercih edilmesi kaçınılmaz dır. Nitekim sonraki Hanefî fıkıhçılar da bu içtihadı fetvaya esas almışlardır.Böyle olunca her bir camide kılınan cuma namazının ayrı ayrı sahih olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup cuma namazı kılanların ayrıca son öğle namazı (zuhr-i ahîr) kılmaları gerekmez. Son öğle namazının niyetinde ve gerekçesin de "cumanın sahih olmadığı" kaygısı vardır. Halbuki  şartları yerine getirilerek kılınan cuma namazı sahih bir namaz sayılacağından, bunu telâfi maksadıyla ikinci bir namazın kılınması gereksiz olduğu gibi böyle bir telâfi niyeti de doğru değildir.                                                                                                                                                              29-Bayram namazını namazı nedir ve  diğer namazlardan ayrıldığı noktaları anlatınız ?                                                                                                                   Cevap: Bayram namazı, biri ramazan bayramında diğeri kurban bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek‘atlık bir namazdır.                                                           Bayram namazı Hanefî mezhebinde, cuma namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vâciptir. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre müekked sünnet, Hanbelîler'e göre ise farz-ı kifâyedir.Bayram namazının sıhhat şartları, Hanefîler'e göre, hutbe hariç, cuma namazının sıhhat şartları ile aynıdır. Sadece hutbenin hükmü bakımından aralarında fark vardır. Yani cuma namazında hutbe sıhhat şartı olduğu halde, bayram namazında sünnettir. Yine hutbe cuma namazında namazdan önce, bayram namazında ise namazdan sonra okunur.                                                                           Şâfiîler'e göre kadınlar da bayram namazı ile yükümlüdürler. Şu var ki bu namazın cemaatle kılınması şart olmayıp, münferiden de kılınabilir, fakat camide cemaatle kılınması daha faziletlidir.                                                                                                         Bayram namazının diğer namazlardan kılınış bakımından farkı, her rek‘atda üçer fazla tekbir olmasıdır.Bu fazla tekbirlere"zâit tekbirler" denir. Bu ilâ ve tekbirler vâcip olup birinci rek‘atta kıraatten önce, ikinci rek‘atta kıraatten sonra alınır.                                                                                                                                              30-Teşrik tekbirleri ve ahkamını anlatınız ?                                                                            Cevap: Teşrik Tekbirleri Peygamberimizin, kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın 4. günü ikindi namazına kadar, ikindi namazı da dahil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivayetler bulun maktadır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre arefe günü sabahından bayramın 4. günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farzın selâmından sonra teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek ve seferî mukim ayırımı olmaksızın her mükellefe vâciptir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur.                                                                          Teşrik günlerinde kazâya kalan namaz,yine o günlerde kazâ edilirse teşrik tekbirlerini de kazâ etmek gerekir. Bunun dışında teşrik tekbirleri kazâ edilmez. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu tekbirler,kurban bayramının arefe gününden 1. gün ikindi namazına kadar sekiz vakit, cemaatle kılınan farz namazlardan sonra vâciptir. Dolayısıyla bu vâciplik cemaate katılması gerekmeyen seferî ve mukim kişiler için söz konusu değildir. Teşrik tekbirleri, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre sünnet, Mâlikî mezhebine göre ise menduptur.                                                                                                                                                 31-Seferilik ile ilgili kaç çeşit vatan vardır ?                                                                                    Cevap: Sefer hükümleriyle ilişkili olarak üç vatan anlayışı vardır:                                                a) Vatan-ı aslî. Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını kaybeder.                                                                                                                 

b) Vatan-ı ikamet. Bir kimsenin doğduğu, evlenip ailesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı ikamet denir.                                                                                                  c) Vatan-ı süknâ. Bir yolcunun on beş günden az kalmayı planladığı yere vatan-ı süknâ denir.                                                                                                                           Bir kimse yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sadece gideceği bu yer sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasında seferî olur.                                                                                                                                                  32-Cem-i takdim ve cem-i te’hir demektir ,ahkamını açıklayınız?                                                         Cevap: Cem‘ kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak” anlamlarına gelir. Cem‘in fıkıhtaki terim anlamı ise, “birbirini takip eden iki namazın (öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının), bu ikisinden biri nin vaktinde, birlikte ve peşi peşine kılınması”dır. Eğer bu birlikte kılma birinci nama zın vaktinde ise buna cem‘-i takdîm, ikincisinin vaktinde ise cem‘-i te'hîr denilir. Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde birlikte kılınması (cem‘-i takdîm) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının yatsı namazının vaktin de birlikte kılınması (cem‘-i te'hîr) konusunda görüş birliği etmişlerdir.                              Bu iki yer dışında iki namazı cemederek birlikte kılmanın câiz olup olmadığında ve cemetmeyi câiz kılan mazeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Hanefî mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in dışında, iki namazın bir vakitte cemedilmesi câiz görülmez.                                                                     Bununla birlikte Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem‘i mubah kılan mazeret lerin bulunması durumunda şöyle bir cem‘ uygulaması mümkündür: Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür. Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna “cem‘ü'l-fiil” ve “cem‘ü'l-muvâsala” denildiği gibi, bir namaz son vaktinde diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna “mânevî cem‘” ve “şeklî (sûrî) cem‘” de denilir.                                                                           Bu şekildeki cem‘, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem‘ değildir. Çünkü bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir. Ebû Hanîfe, arefe günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve ikindi namazının cemaatle kılınmasını şart koştuğu halde diğer mezhepler bu şartı aramazlar.                                                                                            Cem‘ ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı ayrı kamet getirilir. Öğle namazının farzı eda edildikten sonra sünnet kılınmaksızın ikindi namazına geçilir. İkindi namazı öğle namazına tâbi olduğundan,öğle namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa ikindi namazının da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar kamet getirilir.                                                                                       Diğer mezheplerde cem‘, belirli sebep ve şartlarla câiz görülmüştür. Şiî Ca‘ferî mezhebinde ise, hiçbir mazerete gerek olmaksızın iki namazın bir vakitte cemedilmesi câizdir.                                                                                                                Cem‘i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini câiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa şunlardır:                                                                            a. Yolculuk (sefer), b.Yağmur, çamur,kar, dolu, c.Hastalık, d. İhtiyaç ve meşguliyet.                                                                                                                                           33-Namazı kazaya bırakmanın meşru olduğu mazeretler nelerdir ?                                                           Cevap: Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir mazeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden bile bile namazı vaktinde kılmayan kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber, uyuyakalma ve unutmayı bir mazeret kabul etmiş ve bu iki sebepten biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Hz. Peygamber'in bu husustaki ifadesi şöyledir: "Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir" (Buhârî, “Mevâkýt”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314-316).                                                                           Hanefîler'in de içinde bulunduğu büyük çoğunluğu oluşturan fakihlere göre; uyku veya unutma gibi insanın iradesini elinden alan bir özür nedeniyle bir namazı kazâ etmek gerekince, bilerek kılmama halinde haydi haydi kazâ gerekir. Bu görüş sahipleri de, namazı kazâya bırakmanın büyük bir günah olduğunu, bundan dolayı tövbe etmek gerektiğini söylemişler, fakat namaz müslümanın Allah'a karşı olan bir borcu olduğu için, bunu gecikmeli de olsa ödemek durumunda olduğunu dikkate almışlar ve kazâyı bir telâfi yolu olarak görmüşlerdir. Bu durumda kişi, namazı vaktinde kılmadığı için günahkâr olmuştur, fakat daha sonra kazâ ettiği için, namazı terketme günahından kurtulmuş veya bu günahının affedilmesi yönünde önemli bir adım atmıştır. Vaktinde kılınamamış olan beş vakit farz namazın kazâsı farz, vitir namazının kazâsı ise vâcip olur. Sünnet namazlar, kural olarak, kazâ edilmez. Bunun la birlikte bazı durumlarda, başka bir namazın vakti girmediği sürece kazâ edilebilir. Meselâ sabah namazının farzı ile birlikte sünneti de vaktinde kılınmamışsa, o günün öğle namazı vaktinden önce farz ile birlikte kazâ edilir.                                                       Yine, öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terk edilecek olsa, farzdan sonra kazâ edilebilir. Kazâya kalan ilk sünnetin, farzdan hemen sonra, son sünnetten önce kazâ edileceği görüşü fetvaya esas olmuştur. Bununla birlikte son sünnetten sonra kazâ edilebileceği görüşü de vardır. Böylece hem bir sünnet vakti içinde iki defa geri bırakılmamış hem de son sünnetin yeri değişmemiş olur. Namazın tertibinin iki defa değişmemesi için bunu uygun görenler de vardır.                                     Cuma namazının ilk dört rek‘at sünneti hakkında da bu öne alma veya geriye bırakma uygulaması geçerlidir. Terk edilen diğer sünnetler kazâ edilmez.                                    Başlandıktan sonra her nasılsa tamamlanmadan yarıda kesilen veya bozulan herhangi bir nâfile namazın kazâsı gereklidir ve bu konu sünnetlerin kazâsı konusuyla ilgili değildir. Meselâ öğle namazının son sünnetine başlamış olan kimse cenaze namazını kaçırmamak için bu sünneti yarıda bıraksa,başlanmış bir nâfile ibadetintamamlanması  gerektiği için, bu iki rek‘at sünneti kılması sünnet olmaktan çıkar, vâcip haline gelir.

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir özür olmak sızın namazın vaktinde kılınmayıp kazâya bırakılması büyük günahtır ve namazı kazâ etmek bu günahı kaldırmaz. Kaçırılan namazı kazâ etmek, namazı terk etme günahını kaldırır, fakat vaktinden sonraya bırakma günahını kaldırmaz. Bunun için ayrıca tövbe ve istiğfar etmek gerekir.                                                                                                 Meşrû bir mazeret sebebiyle namazın kazâya kalması veya bırakılması günah olmaz. Düşman korkusu veya bir ebenin doğum yapacak kadının başından ayrılması halinde çocuğun veya annesinin zarar göreceğinden korkması meşrû birer mazerettir. Nitekim Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda namazlarını tehir etmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd'un bu olaya ilişkin anlatımı şöyledir: "Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Resûlullah'ı dört vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihayet, gecenin Allah'ın bildiği kadar bir kısmı geçtikten sonra Bilâl ezan okudu ve kamet getirdi; Hz. Peygamber ikindiyi kıldırdı; sonra Bilâl kamet getirdi, Hz. Peygamber akşam namazını kıldırdı; sonra kamet getirdi, Hz. Peygamber yatsı namazını kıldırdı" (Buhârî, “Mevâkýt”, 36, 38; Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 535). Bunu mazeret sebebiyle ikiden fazla namazın cem‘i olarak da değerlendirmek mümkündür ve bu örnek saatlerce süren ameliyatlarda doktorlar için bir ruhsat kapısı oluşturmaktadır.                                                                                            Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr olmaz. Çünkü Hz. Peygamber, uyku sebebiyle namazı kılamadıklarından şikâyet edenlere şöyle demiştir: "Uyku ihmal değildir. İhmal ancak uyanıklık halinde olandır. Sizden biri namazını unutur veya uyku yüzünden kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın" (Müslim, “Mesâcid”, 311; Ebû Dâvûd, “Salât”, 11). Ancak namazı kaçırmamak için vaktinde uyanmak üzere tedbir almak elbetteki uygun olur.                                                      Hayız ve nifas hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer.Yani kadınlardan bu halle rinde namaz kılmaları istenmediği gibi, bu halde iken kılmadıkları namazları daha sonra kazâ etmeleri de istenmemiştir. Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma yahut koma halinde namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az bir müddet devam ederse bakılır: Ayıldığı zaman abdest alıp, iftitah tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kazâ etmesi gerekir.                                                                                                                Dinden dönmüş (mürted) kişinin, irtidat süresince veya daha önce kılmadığı namaz ları kazâ etmesi gerekmez. Daha önce hac yapmışsa, yeniden bu görevi eda etmesi gerekir. Müslüman toplumların dışında başka bir toplumda İslâm'a giren, yani yaban cı bir ülkede Müslüman olan kimse namazın farz olduğunu ve nasıl kılındığını öğre ninceye kadar mâzur sayılır. Bazı emir ve yasakları bilmemesi mazeret kabul edilir.                                                                                                                                                  34-Sehiv secdesi nedir ve hangi hallerde yapılır ?                                                                            Cevap; Sehiv "yanılma, unutma ve dalgınlık" gibi anlamlara gelir. Buna göre sehiv secdesi, yanılma, unutma veya dalgınlık gibi durumlar yüzünden namazın vâciplerin den birini terk veya tehir etme durumunda, namazın sonunda yapılan secdelere denir. Sehiv secdeleri sayesinde namazda meydana gelen kusur ıslah edilmiş, eksiklik telâfi edilmiş olur.                                                                                                                            "Biriniz namazı dört rek‘at mı yoksa üç rek‘at mı kıldığında şüpheye düşerse, şüphe yi atsın ve yakînen bildiğine göre davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise bu secdeler namazına şefaatçi olur, eğer namazını tam kılmış ise bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesile olur" (Buhârî, “Sehv”, 6-7). Sehiv secdesini gerektiren bir durum bulununca bu secdenin yapılması Hanefîler'e göre vâciptir. Sehiv secdesi gerektiği halde bunu yapmayan kişi günah işlemiş olur; fakat namazı bâtıl olmaz. Mâlikî ve Şâfiîler'e göre sehiv secdesi namazın sünnetlerinden bir veya birkaçının terk edilmesi durumunda yapıldığı için,sehiv secdesi yapmak sünnettir. Hanbelîler'e göre ise sehiv secdesi duruma göre bazan vâcip, bazan sünnet, bazan da mubah olur. Meselâ namazın bir sünnetini terk etmek ten dolayı sehiv secdesi yapmak mubahtır.                                                                                  Son oturuşta "Tahiyyât" duası okunup iki yana selâm verildikten sonra iki secde daha yapılır ve oturulur. Bu oturuşta Tahiyyât duası, "salavat (Salli ve Bârik)"ve "Rabbenâ âtinâ"duası okunarak, her zamanki gibi önce sağa sonra sola selâm verilir. Son oturuş ta, sehiv secdesi öncesinde her iki tarafa selâm verileceği görüşü, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a aittir. İmam Muhammed'e göre ise, sadece sağ yanına selâm verdikten sonra sehiv secdesini yapar. Sonraki Hanefî âlimler, imamın sehiv secdesi için iki yanına selâm vermesi durumunda cemaatten birinin namazı bozacak bir iş işlemesinin veya namaz bitti zannıyla dağılmalarının mümkün olduğu gerekçesiyle,İmam Muhammede ait görüşün imam olan kişi için, diğer ikisinin görüşünün ise tek başına namaz kılan için münasip olduğunu belirtmişlerdir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre sehiv secdesi selâmdan hemen önce yapılır.                                                                                                             Sehiv secdesi yapılması gereken durumlar:                                                                                                           a. Rüknün tekrarı. Namazın rükünlerinden birini tekrar etmek veya bir rüknü tehir etmek,                                                                                                                                                     b. Takdim ve tehir. Namazın rükünlerinden birinin takdim veya tehir edilmesi sehiv secdesini gerektirir                                                                                                                                      c. Ara verme. Bu genelde namaz içinde uzunca bir süre tereddüt ve düşünme şeklinde olur. Uzunca bir müddet düşünme veya düşünmenin uzaması, ortalama olarak bir rükün eda edilecek kadar sürenin, bir rükün veya bir vâcibi eda etmeksizin, bir şey yapmaksızın geçirilmesi demektir..                                                                                                                             d. Kıraat eksikliği veya fazlalığı. Bir kimse Fâtiha sûresini hiç okumasa veya büyük bir kısmını okumasa, ya da Fâtiha'dan sonra sûre koşmasa sehiv secdesi gerekir.                                                                                                                   e. Secde ve rükûda hata. Rükû ve secdeyi düzgün, yani ta‘dîl-i erkâna uygun olarak yapmayan kişi, sehiv secdesi yapılmalıdır.                                                                                                                                                                           f. Ka‘dede hata. Bir kimse ka‘de-i ahîreyi unutup başka bir rek‘atı kılmaya kalkarsa, secde etmediği müddetçe oturup sonra sehiv secdesi yapacağını, eğer secdeden sonra hatırlarsa, o kişinin farz diye kıldığı namazın nâfileye dönüşeceğini daha önce görmüştük.                                                                                                                                         g. Tahiyyât'ı terk. Birinci veya ikinci oturuşta Tahiyyât okumak terkedilse sehiv secdesi lâzım olur. Çünkü vâcibin terki söz konusudur. Birinci oturuşta teşehhütten sonra "Allahümme salli alâ Muhammed" dense sehiv secdesi lâzım olur. Kimilerine göre de "ve alâ âl-i Muhammed" denmedikçe sehiv secdesi gerekmez.                                        Ebû Hanîfe’ye göre ilk oturuşta teşehhüt üzerine bir harf dahi eklenecek olursa sehiv secdesi lâzım olur. Kimileri de, birinci oturuşta teşehhüt üzerine ziyade, bir rükün eda edecek miktar olmadıkça sehiv secdesi gerekmez, sahih olan da budur demişlerdir.                                                                                                           h. Öğle namazının ilk oturuşunda namazı tamamladım zannıyla selâm verdikten sonra henüz iki rek‘at kılmış olduğunu, geriye iki rek‘at kaldığını anlayan kişi, kalkıp namazını tamamlar, sonra sehiv secdesi yapar. Namazdan çıktım zannıyla bir kimse selâm vermeyi unutarak ka‘deyi uzatsa, sonra namazdan henüz çıkmamış olduğunu anlasa hemen selâm verir ve sehiv secdesi yapar.                                                                                        ı. Sehiv secdesi yaparken, secdeyi gerektirecek bir iş yapılsa teselsüle düşme ihtimali ne binaen, artık ikinci bir sehiv secdesine gerek olmaz. Bu bakımdan bir kimse kaç kez yanılırsa yanılsın, kendisine vâcip olan sadece bir kez sehiv secdesi yapmaktır.                                                                                                                                     k. İmama sonradan yetişen kimse unutarak imamla birlikte selâm verecek olsa sehiv secdesi gerekmez.                                                                                                                                             l. Sehiv secdesi yapması gereken kişi, bunu unutarak selâm verse, araya dünya kelâmı da girmeden sehiv secdesi yapması gerektiğini hatırlasa, mescidden çıkmadıkça ve söz söylemedikçe (biriyle konuşmadıkça) sehiv secdesi yapabilir.                                                                                                                                                                                        m. Bir kimse öğle namazını “Üç rek‘at mı yoksa dört rek‘at mı kıldım?” diye kuşkulanırsa; eğer bu kuşku ilk kuşkusu ise namazı baştan kılar, bu kuşku ilk değilse biraz düşünür, kanaatine göre davranır. Namazı yeniden kılması gerekmez.                                                                                                                                                                                           n. Bir kimse “Öğle namazını kıldım mı kılmadım mı?” diye kuşku duysa, vakit içinde ise bu namazı kılmak lâzımdır, vakit çıktı ise bir şey gerekmez. Rükû veya secde yapıp yapmadığında kuşku duyarsa, namaz içinde ise, kuşku duyduğu şeyi (rükû veya secde) tekrar eder, namazdan ayrıldıktan sonra ise bu kuşkuya itibar edilmez.                                                                                                                                                                                            o. Mesbûk, yani cemaatle namaza sonradan katılan kimse imam ile birlikte sehiv secdelerini yapar, isterse bu sehiv secdesini gerektiren iş, kendisinin uymasından önce gerçekleşmiş bulunsun.                                                                                                                    p. Sehiv secdesi yapmakta olan veya sehiv secdesinin teşehhüdünde bulunan imama uymak câizdir. Bu durumda imama uyan kişi cemaate yetişmiş sayılır. Aynı şekilde sehiv secdesinde namaz hali devam ediyor olduğu için meselâ kısalttığı bir namazda üzerine sehiv secdesi gereken yolcu, sehiv secdesini yaptıktan sonra ikamete niyet eylese, kıldığı namazı dörde tamamlar.                                                                                                   r. İmamla cemaat arasında ihtilâf olursa ve meselâ cemaat üç kıldın dese, imam da dört kıldığını söylese; eğer imamın dört kıldığına yakini varsa, yani dört kıldığından eminse, cemaatin sözüne itibar edilmez. Eğer imam dört kıldığından emin değilse, söz cemaatindir. İhtilâf cemaat arasında olursa, bazısı dört kıldı, bazısı üç kıldı derse, imam hangi tarafta ise söz imamındır, imamla birlikte bir kişi dahi olsa. Ama imam eğer namazı iade etse, cemaat de iktidâ etse, yani imamla birlikte namaza başlasalar, iktidâları sahih olur. Zira eğer imamın sözü gerçek ise, sonra kıldıkları namaz nâfile olur ve cemaat imama nâfilede uymuş olur. Eğer imamın sözü yanlış ise kıldığı namaz, vakit namazı olur, farz olur.                                                                               Sehiv Secdesinde İmamlara Özel Durumlar                                                                                                                                                              Farz ve nâfile namazlar ile bayram ve cuma namazında sehiv secdesinin hükmü kural olarak aynı olmakla birlikte Hanefîler bayram ve cuma namazlarında kalabalık cemaatin kargaşaya düşmesini önlemek için, bu namazlarda sehiv secdesi yapılacak durumları en aza indirmeye çalışmış, çoğu durumda sehiv secdesinin terk edilmesini daha uygun (evlâ) görmüşlerdir.                                                                                        İmam bayram namazının tekbirlerinden bir veya ikisini terk etse, sehiv secdesi gerekir. Ebû Hanîfe'den bir rivayete göre, bayram namazlarının bütün tekbirlerinin terk edilmesi durumunda da sehiv secdesi yapılır. İmam olan kimse namazda gizli okunacak yerde açıktan (cehr) veya açıktan okunacak yerde gizlice okusa zâhir rivayete göre bunun az veya çok olmasına bakılmaksızın sehiv secdesi gerekir. Bazı âlimler bunu bir ölçüye bağlamaya çalışmışlardır.Buna göre,Fâtiha'nın tamamını veya büyük bir kısmını yahut sûreden üç kısa âyet veya bir uzun âyeti, kısaca namaz sahih olacak miktardaki âyeti, gizli okunacak yerde açıktan veya açık okunacak yerde gizliden okumak durumunda sehiv secdesi gerekir.                                                                       Gizli okunacak yerde Fâtiha'- nın çoğu sehven açıktan okunsa, geri kalan kısmı gizli okunmalıdır.                                                                                                                             Açıktan okunması gereken bir namazda Fâtiha kısmen gizliden okunup,açıktan okun ması gerektiği hatırlanırsa Fâtiha yeni baştan açıktan okunur. İmam meselâ sabah namazında Fâtiha'yı gizliden okuyup sonra bu durumu fark etse, Fâtiha'yı yeniden okumasına gerek yoktur. Ekleyeceği sûreyi açıktan okur. İmam teravih namazında gizli okusa, sehiv secdesi gerekir. Bir kimse, açıktan okunan namazın ilk iki rek‘atın da kıraat etmese, son iki rek‘atta açıktan okur ve sehiv secdesi yapar.                                                   Bir kimse gece namazını kazâya bıraksa, gündüz imam olarak kazâ ederken sehven gizliden okusa, sehiv secdesi gerekir.                                                                                    Gündüz namazını kazâya bırakıp geceleyin imam olarak kazâ etse ve sehven açıktan okusa yine sehiv secdesi gerekir.                                                                                                Bir kimse geceleyin nâfile namaz kıldırmak üzere bir topluluğa imam olsa ve sehven gizliden okusa, yahut gündüz nâfile namaz kıldırmak üzere imam olup sehven açıktan okusa (cehr) sehiv secdesi gerekir. Bunu kasten yaparsa isâet etmiş olur                                                                                                                                          35-Tilavet secdesi nedir ve hangi hallerde yapılır ?                                                                            Cevap; Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerîm'de on dört yerde geçen secde âyetlerinden birini okumak veya işitmek durumunda yapılan secdeye denir.                                           Tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir. Dinlediği âyetler arasında secde âyeti bulunduğu nu bilmeyen kişinin secde etmesi gerekmez. Meselâ teyp, radyo ve televizyonda okunan Kur'an'ı dinlerken secde âyeti geçse ve dinleyen kişi bunun secde âyeti oldu ğunu bilmiyorsa onun secde etmesini beklemek doğru olmaz. Fakat okunan Kur'an'ın meâli veriliyorsa ve dinleyen kişi üslûptan veya lafızdan secde etmenin uygun olaca ğını çıkarıyorsa secde etmesi gerekir. Çünkü, ya bütün mahlûkatın Allah'ı tesbih ve tâzim ettiği, iyi kullarının Allah'a secde ettikleri anlatılıyordur, ya da müşriklerin secde etmekten kaçındıkları söz konusu edilmiştir. Her iki halde de dinleyen kişinin, içinden müminlerin secde edişini tasvip, inanmayanların itaatsizliğini ise tekzip etmesi, bu duygusunun bir gösterimi ve dışa vurumu olarak da secde etmesi gerekir.                    

Âlimlerin, secde âyetini telaffuz etmeksizin sadece gözüyle süzen kişinin secde etmesinin gerekmeyeceğini söylemeleri, gözüyle süzmenin okuma sayılıp sayılmaya cağı tartışması yanında, secde âyetinin açıktan okunup ardından secde edilmesinin meydana getireceği izlenim ile de ilgilidir.                                                                                 Secde âyetini okuyan veya işiten her mükellefin secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesi, ibadet içeriğinin ötesinde bir inanç anlamı ve bağlantısı içerdiği için, abdestsiz olan kişilerin, hatta hayızlı kadınların hemen secdeye kapanmalarının mümkün hatta gerekli olduğunu söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunluğu tilâvet secdesi için abdest şartında ısrar etmişlerdir.                                                                                            Tilâvet secdesi yapmak, Hanefîler'e göre vâcip, diğer üç mezhebe göre ise sünnettir. Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının temiz ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Tilâvet secdesi yapmak niye tiyle abdestli olarak kıbleye dönülür ve eller kaldırılmaksızın "Allâhüekber" diyerek secdeye varılır. Üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a‘lâ" denildikten sonra yine Allâhü ekber diyerek kalkılır. Bu secdede asl olan, yüzün yere konulması, yani secde edilmesidir. Secdeye giderken ve kalkarken "Allâhü ekber" ve secde esnasında "Sübhâne rabbiye'l-a‘lâ" denilmesi sünnettir. Aynı şekilde secdenin oturduğu yerden değil de, ayaktan yere inilerek yapılması, secde yapıp oturmak yerine ayağa kalkıl ması ve secdeden kalkarken "gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr" denilmesi müstehaptır.                                                                                                                           

Tilâvet secdesini hemen yerine getirmek mecburiyeti olmamakla birlikte, bu secdenin anlamına ve amacına uygun olan davranış, mümkünse secdenin hemen o anda yapıl masıdır. Meselâ, arabada giderken tilâvet secdesi yapması gereken kimse bunu ima ile yapabilir.                                                                                                                      Bir toplulukta Kur'an okunurken secde âyeti okunmuşsa, Kur'an okuyan kişinin kendisi öne geçerek tilâvet secdesini topluca yaptırması güzel olur.                                                    Bu secde yapılırken kadınlarla aynı hizada durulmuş olması problem teşkil etmez. Fakat herkes istediği gibi, bulunduğu yerde tek tek de secde yapabilir.                                            Secde âyetinin namazda okunması durumunda tilâvet secdesinin nasıl yapılacağı hususunda öteden beri birçok görüş öne sürülmüş ve birtakım öneriler getirilmiştir. Genel olarak söylemek gerekirse, secde âyeti Alak sûresinde (96/19) olduğu gibi rek‘atın sonuna tesadüf ediyorsa, tilâvet secdesi namaz secdeleriyle yerine getirilmiş olur; namazdan sonra ayrıca tilâvet secdesi yapılmaz. Hatta Hanefî mezhebinde, niyet etmesi durumunda, yapacağı rükûun da tilâvet secdesi yerine geçeceği kabul edilmiş tir. Secde âyetini okuduktan sonra okumaya daha devam edecekse tilâvet secdesine varıp kalkması gerekir.                                                                                                       Âlimlerin bu görüşlerine rağmen, elimizde Hz. Peygamber'in namazda tilâvet secdesi yaptığına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmadığı gibi, namazdaki kişiden ayrıca bir de tilâvet secdesi yapmasını istemek yukarıda ortaya konulan anlam ve amaç çerçevesi içerisinde tutarlı ve gerekli değildir. Çünkü namaza durmuş olan kimse, lisân-ı hâl ile, zaten yaratıcısına karşı bir muhalefet içerisinde olmadığını, aksine bir boyun büküş ve tevazu içerisinde olduğunu göstermekte ve ayrıca namaz gereği rükû ve secde yapmaktadır. Bu bakımdan, namaz esnasında yapacağı secdelerin aynı zamanda tilâvet secdesi görevi de göreceğini söylemek daha mâkul ve namaz disiplini bakımından daha uygun gözükmektedir.                                                                                       Secde âyetleri şunlardır (14 tane): el-A‘raf 7/206; er-Ra‘d 13/15; en-Nahl 16/49;  el-İsrâ 17/107; el-Meryem 19/58; el-Hac 22/18; elFurkan 25/60; en-Neml 27/25;es- Secde 32/15;Fussılet 41/37;Sâd 38/24;en-Necm 53/62;el-İnşikak 84/21; el-Alak 19                                                                                                                                          36-Ölmek üzere olan bir Müslümana neler yapılır ve öldükten sonra yapılacak işlemleri sırasıyla yazınız ?                                                                                                     Cevap: a-Ölmek üzere olan kişiyi, eğer bir güçlük yoksa kıbleye doğru ve sağ yanı üzerine çevirmek müstehaptır. Sırtına, ensesine yastık gibi şeyler konup başı yükselti lerek yüzü kıbleye gelecek şekilde ve ayakları kıbleye uzanık duruma getirilmesi aynıdır. Bir hadiste "Kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illallah’ olursa, o kişi cennete girer" buyurulmuştur (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 16).                                                                         b- Ölümü yaklaşmış kişiye kelime-i tevhid telkin edilmesi sünnettir. Ona "sen de söyle" dememeli, sadece yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okumalıdır. Bu telkinin amacı, hastanın son nefeste bu sözleri söylemesi ve son sözünün bu kelimeler olmasıdır. Bu bakımdan bu telkini hastanın sevdiği kimseler yapmalıdır.                                    Bu telkin tövbeyi de içine alacak şekilde şöyle de yapılabilir: Estağfirullâhe'l-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, el-Hayye'l-Kayyûm ve etûbü ileyh.                                                                           c-Ölümü yaklaşmış kişinin yanında Yâsîn veya Ra‘d sûresini okumak müstehaptır. Ölüm gerçekleşince yapılacak işlemler:                                                                             a-Muhtazar ölünce gözleri kapatılır, bir bezle çenesi bağlanır.                                               Bunları yapan kişi şöyle dua etmelidir: Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh. Allahümme yessir aleyhi emrehû ve sehhil aleyhi mâ ba‘dehû ve es‘idhu bi likaike vec‘al mâ harece ileyhi hayren mimmâ harece anhü (Allah'ın adıyla ve Resûlullah'ın dini üzere… Ey Allahım bunun işini kolaylaştır ve sonrasında güçlük gösterme. Onu, cemalinle mutlu eyle. Gittiği yeri, ayrıldığı yerden daha hayırlı eyle).                                    b-Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılır. Üzerine bir örtü çekilir, şişmemesi için karnı üzerine bıçak gibi demirden bir şey konur ve yıkanacağı yere konulur. Elleri yanlarına uzatılır, göğsünün üzerine konmaz.                                                                        c-Cünüp, hayız, nifas hallerinde bulunanlar ölünün yanında bulunmaz.                                       d-Ölünün yanında güzel kokulu bir şey bulundurulur.                                                                   e-Ölü yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okunmaz. Yıkanma işlemi tamamlanmadan ölünün yanında Kur'an okumak mekruhtur. Fakat başka bir odada yüksek sesle okumak mekruh olmadığı gibi ölünün bulunduğu odada gizlice, içinden Kur'an okumakta da kerâhet yoktur.                                                                                                                                           f-Cenazenin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve defnedilmesi müstehaptır. Yıkama işini yapmak için cenaze önce, teneşir denilen tahta bir sedir üzerine, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır. Teneşirin çevresi güzel kokulu bir şeyle üç, beş veya yedi defa tütsülenir. Göbeğinden diz altına kadar olan avret yeri bir örtü ile örtülür ve elbiseleri tamamen çıkarılır.                                                 g-Cenaze yıkayan erkek veya kadın, farz olan yıkama görevini yerine getirmeye niyet etmeli ve besmele ile başlamalıdır. Yıkama bitinceye kadar da Gufrâneke yâ rahmân (sen onu bağışla ey rahmân olan Allah) demelidir.                                                                                                                                                           h-Namazın ne olduğunu anlamayacak yaşta ölen çocuğa abdest verilmesine gerek yoktur.                                                                                                                              ı-Cenazenin abdest işi tamamlanınca üzerine ılık su dökülür. Varsa hatmî denilen güzel kokulu bir ot ile, yoksa sabun ile yıkanır. Sonra sol tarafına çevrilerek, sağ tarafı bir defa yıkanır. Böylece sağ ve sol tarafları üçer defa yıkanır. Bundan sonra cenaze hafifçe kaldırılır. Bu kaldırışta cenaze, yıkayan kişinin göğsüne veya eline veya dizine dayandırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest verilmesine ve baştan yıkanmasına gerek yoktur.                               k-Şişip dağılmak üzere olan ölünün üzerine sadece su dökmekle yetinilir; abdest verdirmeye ve üç defa yıkamaya gerek yoktur.                                                                     l-Ölünün saçı sakalı taranmaz; saçları ve tırnakları kesilmez; sünnet olmamışsa sünnet edilmez. Cenaze yıkanırken pamuk kullanılmaz. Yıkandıktan sonra havlu ve benzeri bir şey ile kurulanır. Ondan sonra kefen gömleği giydirilir ve geri kalan kefenleri yayılır. Başına ve sakalına hânît denilen kâfur veya benzeri güzel kokulu bir şey konur. Secde yeri olan alın, burun,eller, dizler ve ayaklara da kâfur konur.                        m-Ölü kapalı bir mekânda yıkanmalı, yıkayan ve yardım edenden başka kimse görmemelidir. Bir ölüyü ona en yakın olan biri veya takvâ sahibi güvenilir bir kimse yıkamalıdır. Yıkama karşılığında para alınmasa iyi olur.                                                           n-Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkamalıdır. Yıkayan kişiler abdestli olmalı dır. Yıkayıcının gayri müslim olması mekruh olmakla birlikte müslüman bir ölüyü yıkayacak müslüman kimse yoksa bu takdirde gayri müslim yıkasa da olur.                                   o-Bir kadın vefat eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın iddet bekleyecektir. Bu iddet çıkmadıkça evlilik devam ediyor sayılır. Fakat koca, ölmüş karısını yıkayamaz. Çünkü erkeğin iddet beklemesi gerekmez, karısı ölünce aralarındaki evlilik bağı kalkmış olur.Ancak yıkayacak kimse bulunmadığı takdirde, koca karısına teyemmüm verir. Diğer üç imama göre koca karısını yıkayabilir.                                                               P-Erkekler arasında ölmüş bulunan bir kadının orada bir mahremi varsa, mahremi kendisine teyemmüm verdirir. Mahremi yoksa yabancı bir erkek eline bir bez alarak bakmadan kadına teyemmüm ettirir.                                                                                            r-Su bulunmadığı zaman yine teyemmüm ile yetinilir. Bir cenaze için teyemmüm yaptırılıp cenaze namazı kılındıktan sonra su bulunacak olursa,yeniden yıkanır. Cenaze namazını yeniden kılmaya gerek olup olmadığı konusunda Ebû Yûsuf'tan, biri kılınacağı, diğeri kılınmasına gerek olmadığı şeklinde iki rivayet vardır.                              s-Henüz bulûğ çağına yaklaşmamış küçük kız çocuğunu gerektiğinde erkek yıkaya bileceği gibi, aynı durumdaki erkek çocuğunu gerektiğinde bir kadın yıkayabilir.                  t- Cinsel organı kesilmiş veya yumurtaları alınmış erkek de erkek yıkayıcı tarafından yıkanır.                                                                                                                                                  u-Erkek mi kadın mı olduğu anlaşılmayan ve bu bakımdan kendisine hünsâ-i müşkil denilen kimse ölünce yıkanmaz, sadece teyemmüm ettirilir.  Kefenleme hususunda kadın sayılır ve ona göre kefenlenir.                                                                                            v- Suda boğulmuş olan bir kimse, yıkamak niyetiyle üç defa suda hareket ettirilerek yıkanır. Yalnız su içinde kalmış olması, hayattaki Müslümanları cenazeyi yıkama farzını yerine getirmekten kurtarmaz.                                                                                                  y-Bir müslümanın akrabası veya karısı olan bir gayri müslim öldüğü zaman onun dindaşlarına verilir. Eğer bunlara verilmezse sünnete uygunluk şartına dikkat edilmeksizin yıkanır ve kefenlenerek gömülür.                                                                         z-Ölen müslümanın gayri müslimden başka akrabasından bir velisi bulunmasa bile cenaze gayri müslimlere verilmez. Çünkü bunun teçhiz ve tekfini müslümanların borcudur.                                                                                                                           Düşük neticesinde ölü doğan çocuk, bir bez parçasına sarılarak gömülür,yıkanması gerekmez.                                                                                                                                Ölmüş bir müslümanın başı ile beraber vücudunun çoğu bulunuyorsa yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Fakat başsız olarak yalnız vücudun yarısı bulunsa veya gövdesinin çoğu kaybolmuşsa yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerine namaz kılınmaz. Bir beze sarılarak gömülür.                                                                                                              Kefene sarıldıktan sonra ölüden çıkacak bir sıvı veya benzeri şeyler artık yıkanmaz, öylece gömülür.                                                                                                                    Şiddetli yağmur gibi bir mazeret bulunmadıkça cenazeyi cami içine alarak namazı orada kılmak doğru olmayıp tenzîhen mekruhtur. Cenaze mescidin ön tarafına konularak imam ile cemaatin bir kısmı cenaze ile orada, bir kısmı da mescid içinde durur ve saflar bitişik olursa, bu takdirde mekruh olmaz. Cenaze namazının kabristanda kılınması uygun görülmemiştir.                                                                         Cenaze namazında kadınların her zaman olduğu gibi arka safta yer tutmaları uygun olur; çünkü sünnet olan saf düzeni böyledir. Bununla birlikte erkeklerin hizasında veya önünde saf tutacak olsalar, hepsinin namazı tamam olur; diğer namazlarda olduğu gibi kadının iki yanında duran birer erkeğin ve arkadaki bir erkeğin namazı bozulmaz. Çünkü cenaze namazı mutlak namaz değildir.                                                                                                                     Cenaze namazını kıldıracak imamın âkıl-bâliğ olması şarttır. Diğer namazları bozan şeyler cenaze namazını da bozar.                                                                                                    36-Cenaze taşınırken  taşıyan ve takip edenlerin uyması gereken hususlar nelerdir ?                                                                                                                                         Cevap: Cenazeyi teşyî etmek, yani arkasından mezara kadar gitmek sünnettir,bunda büyük sevap vardır. Hatta akraba veya komşulardan olup iyi haliyle bilinmiş kişilerin cenazesini teşyî etmenin nâfile namazdan daha faziletli olacağı söylenmiştir. Hazırlanmış olan cenazeyi bir an önce götürüp defnetmek iyidir. Cuma günü sabah hazırlanmış olan cenazeyi, cemaati daha çok olsun diye cuma namazı sonrasına ertelemek mekruhtur. Ancak cenaze ile ilgilenildiği takdirde cuma namazının kaçırılacağı endişesi varsa bu takdirde cenaze cuma namazı sonrasına bırakılabilir. Bayram namazı vaktinde hazırlamış olan cenazenin namazı da bayram namazından sonra hutbeden önce kılınır.                                                                                               Cenazenin taşınmasında sünnet olan şekil, dört kişinin dört taraftan cenazeyi yüklenmesidir. Her bir taraftan sırayla yüklenip onar adım, toplam kırk adım götür mek müstehaptır. Cenaze önce ön taraftan sağ omuza, sonra ayak tarafından sağ omu za alınır. Sonra yine ön taraftan bu defa sol omuza,sonra arka taraftan sol omuza alır. Her bir omuzlamada onar adım yürünür.                                                                      Cenazeyi, omuzlara yüklenerek kabre götürmek onların haklarında gösterilen en büyük hürmet ve saygı nişanıdır. Böyle bir hareket insanlığın şeref ve kıymetini gösterir.                                                                                                                                Bir insanı âhiret evinin kapısına eşya taşır gibi götürmek insanın hassas kalbini incite bilir. Bunun için de bir zaruret olmadıkça cenazeyi sırtlamak, hayvan veya arabaya yüklemek mekruh görülmüştür. Ancak büyük şehirlerde olduğu gibi, mezarlıkların şehir dışında ve uzak yerlerde olması halinde, cenazenin arabayla taşınması mekruh olmaz.                                                                                                                         Cenazeyi takip edenlerin, cenazenin arkasından yürümeleri daha faziletli olmakla birlikte, önden yürümekte de bir kerâhet yoktur. Cenazeyi yaya olarak takip etmek binitli olarak takipten daha faziletlidir. Eğer binitli olarak takip edilecekse, cemaati rahatsız etmemek için ya en önden gitmek ya da cemaatin arkasından gelmek uygun olur. Cenaze vakar içinde izlenmeli, cenaze ve üzüntü ortamına uygun düşecek şekil de davranmalı, gerekmedikçe konuşmamalıdır. Yapılacak iş, dua etmek, tefekkür ve tezekkür etmektir. Bu bakımdan uygunsuz şekilde davranmak, son zamanlarda görül düğü gibi, cenazeyi alkışlamak ciddiyetsizlik olmak bir yana, ölüye ve ölü sahiplerine saygısızlıktır ve İslâm dininin öngördüğü edep ölçüsünün dışındadır.                                         Allah'a isyan anlamını içerecek şekilde dövünüp, saç baş yolmamak ve yersiz sözler söylememek şartıyla cenaze için kalben kederlenmek ve göz yaşları dökerek ağlamak doğaldır ve bu bakımdan günah değildir. Ölü, kendisi sağlığında tavsiye etmedikçe, arkasından ağlayanlar yüzünden kabrinde azap çekmez.                                                  Cenazeyi izleyen kadın erkek herkesin usulünce namaza katılmaları uygun olur. Namaza iştirak etmeyecek olan kimselerin mümkünse namaz kılınan yerlerin uzağında bulunmaları yerinde bir davranış olur.                                                                      Cenazeyi takip edenler, hayatın sonlu olduğunu, bir gün kendi hayatlarının da son bulacağını düşünmeli; gün gelip kendisi de böyle eller üzerinde taşınırken, cenazeye katılan insanlara kendisi hakkında "Ne iyi adamdı,incinmedik kırılmadık, bir kötülüğünü görmedik" dedirtmenin anlamını ve önemini hissetmelidir.                                                                                                                                                       37-Cenazeyi defin şekli ve defnedenlerin ile cemaatin uyması gereken hususlar nelerdir? Definden sonra neler yapılır.                                                                                                                                         Cevap: Cenazekabre götürülüp omuzlardan indirilince bir engel yoksa,cemaat oturur Cenaze omuzdan inmeden oturmaları mekruh olduğu gibi, cenaze yere indikten sonra ayakta durmaları dahi mekruhtur.                                                                                              Kabrin bir insan boyu kadar derin olması yeterlidir.Kabirlerde lahit yapmak faziletli olup kabrin içinde kıble tarafı oyulur ve ölü, yüzü kıble tarafına gelecek şekilde sağ tarafı üzere buraya konur. Lahitin önüne tahta, kerpiç veya kamış gibi şeyler konur ve böylece atılan toprak ölünün üstüne değil, bu şeylerin üstüne gelmiş olur. Bu ölüye saygının bir gereğidir.                                                                                                                 Eğer kabrin kazıldığı yer lahit yapılamayacak derecede yumuşak veya ıslak ise, bu durumda, dere gibi bir çukur kazılır, ki buna şak (yarma) denir. Gerekirse bunun iki yanı kerpiç veya tuğla gibi bir şeyle örülür. Sonra ölü bunların arasına konur ve üzerine ölüye dokunmayacak şekilde tahta veya kerpiçle tavanımsı bir örtü yapılır. Kabrin dibi ıslak veya yumuşak olduğu durumlarda cenaze tabut ile birlikte gömüle bilir. Fakat gerekmedikçe tabut ile gömmek mekruh sayılmıştır. Kimi âlimler kadın ların tabut ile gömülmelerini güzel karşılamışlardır.                                                            Kabir temininde güçlük bulunduğu takdirde, daha önce defin yapılmış bir kabre,önce ki ölünün çürüyüp sadece kemiklerinin kalacağı bir sürenin geçmesinden sonra ikinci bir cenaze defnedilebilir. Bu süre iklim, bölge ve toprak özelliklerine göre değişiklik gösterebilir. İkinci defin önceki ölünün kemikleri dikkatlice bir kenara toplandıktan sonra yapılır.Cenaze kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye döndürü lür ve kefen üzerinde bağı varsa çözülür. Cenazeyi kabre koyan kişiler Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh (Allah'ın adıyla ve elçisinin dini üzere) derler. Cenazeyi kabre koyacak kişilerin sayısı ihtiyaca göre değişir. Kadınları kabre koyacak kimselerin ölüye akrabalık yönünden mahrem olmaları daha uygundur. Kadınlar kabre yerleşti rilinceye kadar gerekirse kabirleri üzerine bir perde çekilir.                                                                                                                       Definde bulunan kişilerin kabir üzerine üç avuç toprak atarak birinci defada "Sizi bundan (topraktan) yarattık", ikincisinde "Sizi tekrar toprağa iade edeceğiz", üçüncü sünde de "Sizi bir kez daha topraktan çıkaracağız" demeleri müstehaptır.                                                                                                                                Kabrin topraktan bir iki karış yükseltilip, deve hörgücü gibi yapılması menduptur. Kabir üzerine su serpmekte bir sakınca yoktur. Cenaze kabre konduktan ve başında Kur'an okuma da tamamlandıktan sonra, kalabalığın orayı terk edip geride kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması (telkin) hususunda bazı Hanefî âlimleri ise bu konuda açık bir hüküm bulunmadığını, yani ölü defnedil dikten sonra telkin vermenin tavsiye edilmediği gibi yasaklanma dığını ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler'e göre de telkin, ölüm döşeğinde iken verilir; gömüldükten sonra telkin vermek ise mekruhtur.                                                                                                               Hanefî mezhebinde mükelleflik yaşına girdikten sonra ölen kimsenin mezarı başında telkin verilmesi meşrû görülmüştür. "Telkin yapılmaz", "Ne yapın denir, ne de yapmayın" diyen Hanefî fıkıhçılar da vardır. Şâfiî mezhebine ve bir kısım Hanbelî fıkıhçılara göre de, telkin yapılması müstehaptır.                                                                                                                                       38-Taziye nedir ve kaç gün sürer ?                                                                                                                             Cevap: Tâziye, ölünün yakınlarına mümkün olduğunca teselli edici, rahatlatıcı sözler söylemek ve üzüntüsünün paylaşıldığını göstermekten ibarettir. Tâziye için çoğunluk la "Allah size güzel sabırlar ihsan etsin ve mükâfatını da versin", "Başınız sağ olsun! Allah geride kalanlara ömür versin!" gibi sözler söylenir.                                                       Tâziyenin kabristanda veya ölünün kapısının önünde yapılması mekruh görülmüştür. Tâziye süresi, aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Tâziyenin üç gün içinde yapıl ması müstehaptır. Ölü sahipleri normal hayata daha çabuk dönebilseler diye, üç günden sonra tâziye yapmak mekruh kabul edilmiştir.                                                               Ölü sahipleri yapılacak tâziyeleri kabul için üç gün süreyle evlerinde oturabilirler. Başka yerde oturanlar veya aynı yerde olduğu halde haberi olmayanların üç günden sonra tâziye yapmaları mümkün görülmüş ise de, aslolan tâziye işinin üç gün içinde bitirilmesidir.                                                                                                                                                                           39-Oruç tutmanın haram ve mekruh olduğu günleri yazınız ?                              Cevap: Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştirki birisi ramazan bayramı nın birinci günü, diğeri kurban bayramı günleridir (Buhârî, “Savm”, 67).                     Ramazan bayramının sadece birinci gününde ve kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh).                                                           Hayız veya nifas halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi günah işlemiş olurlar. Onlar bugünlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler.                                                            Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sadece aşure gününde oruç tutmak Yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sadece cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bugünlere rastlarsa, özel olarak bugünlerde oruç tutma kastı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur.Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle cuma günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.                                                                                        Şek günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün şâban ayına mı yoksa ramazan ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne “şek günü” denilir.Bu                     günün ramazan ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur.                                                                                        Şâban ayını oruçla geçiren kimsenin şek gününde orucu bırakmaması daha faziletli olduğu gibi, mûtadı şek gününe denk gelen kimsenin bugünde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur.                                                                                                               Peygamberimiz ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasakla mıştır (Buhârî, “Savm”, 11, 14; Müslim, “Sıyâm”, 21; Ebû Dâvûd, “Savm”, 10). Âlimler bu yasaklamaya sebep olarak ramazan orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan şek günü ramazan orucuna niyetle oruç tutmak tahrî men mekruhtur. Fakat bugünde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bugünün ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.                 Ancak ramazanın başlama ve bitiş günlerinde Müslümanlar arasında fitne ve uyum suzluk sokacak tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Gerekirse bir gün oruç sonradan kazâ edilebilir ama sebep olunan fitneyi ve huzursuzluğu telâfi etmek, ortadan kaldırmak kolay olmaz.                                                                                           İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir.                                                                          Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması duru munda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin ramazan ayında, oruç ibadetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım önlemler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir.                                                                      Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu tak- dirde, zilhiccenin 8 ve 9. günleri olan "terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmamalı dır. Çünkü hac ibadetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları, öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır.                                                                                                                                           40-Rü’yet-i Hilal nedir ve nasıl  yapılır ?                                                                                           Cevap:  Rü'yet-i hilâl (hilâlin görülmesi) meselesi öteden beri üzerinde durulan ve sonu gelmeyen tartışmalara yol açan bir konudur.Tartışmanın esası şudur:                     a-Ramazan hilâlinin görülmesinde baş gözüyle görmeye mi itibar edilecektir, yoksa bu hususta astronomik hesaplara dayanmak câiz midir?                                                                  Hilâlin, güneş battıktan sonra görülmesi, kamerî takvime göre içinde bulunulan ayın sonunu, bir sonraki ayın başlangıcını gösterir. Hilâl ilk doğduğunda çok ince olduğu ve çok kısa bir süre sonra kaybolduğu için,ilk günün hilâlini görmek büyük bir dikkat ve tecrübeyi gerektirir. O anda hafif bir sis bulunması durumunda hilâlin görülmesi mümkün olmaz. Bunun için Peygamberimiz bu gibi durumlarda içinde bulunulan ayı, otuz güne tamamlamayı emretmiştir.                                                                            b-Dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilâlin bir yerde görülürken başka yerde görül memesi mümkündür. Buna "ihtilâf-ı metâli‘" yani ayın doğuş yer ve vakitlerinin değişmesi denilir. Oruca başlarken, ihtilâf-ı metâlie itibar edilip edilmeyeceği hususunda                                                                                                                            Şâfiîler, ihtilâf-ı metâlie itibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayacağını söylemişlerdir. Şâfiîler’in bu konuda sağlam dayanakları bulunmamaktadır. Onlar ihtilâf-ı metâliin oruca başlamada dikkate alınmasını, güneşin hareketlerinin namaz vakitlerinin belirlemesinde dikkate alınmasına benzetmişlerdir.                                                                                                       c-Asıl tartışma astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeyeceği noktasın da toplanmaktadır. Bu konuda, astronomi ilminin verilerine itibar edilmeyeceğini savunanların argümanları oldukça zayıf görünmektedir. Bir kere, Peygamberimiz "Hilâli görünce oruç tutun..." dediğine göre, asl olan hilâlin görülmesidir; görmenin nasıl olduğu değil. Hadiste geçen rü'yet kelimesinin “baş gözüyle görmek” anlamına geldiğini iddia etmek ise bir zorlamadır; çünkü o kelimenin klasik Arapça'da anlamak bilmek gibi anlamları vardır. Öte yandan,astronomik verilere itibar edilmeyişi, Peygamberimiz’in yukarıda geçen "Biz ümmî bir toplumuz, hesap, okuma yazma bilmeyiz" sözüne dayandırılıyorsa, bu takdirde, müslümanlar ne kadar cahil kalırlarsa o kadar iyi müslüman olurlar gibi bir anlam çıkarılması kaçınılmaz olur.                    Esasen Peygamberimiz’in bu sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe birikiminin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesap meselesi olduğunu da göstermiş olmaktadır.                                                                                                            Hz. Peygamber tarafından hilâlin çıplak gözle görülmesi gibi bir ölçünün getirilmiş olması, bu yöntemin kameri ayın başlangıç ve bitişini belirlemede yegâne yol olduğunu belirlemek için değil, belki de öteden beri kullanılagelen mûtat yol, her türlü şartta ve imkânsızlık içinde uygulanabilir bir yöntem olması sebebiyledir. İbadetlerin ifasında kolaylık esastır. İslâm'daki bütün ibadetlerin ortak özelliği, sade, kolay anlaşılır ve kolay tatbik edilebilir olmasıdır. Bu bakımdan İslâm'- daki ibadetler, hiçbir uzmanlık ve bilim dalının gelişmediği toplumlarda bile, tarihte görüldüğü gibi, en sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla yerine getirilebilir. Bilimsel gelişmelerden, her konuda olduğu gibi, ibadetler konusunda da yararlanmak gerekir. Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin hassas bir şekilde tespiti mümkün hale gelmiştir. Artık ince astronomik hesaplar sayesinde, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvimler bile hazırlanabil mektedir. Astronomik hesap, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas aldığına göre, en doğrusu bu esasa göre hazırlanan takvimlere göre hareket etmektir.               Bu konuda dünya müslümanları arasında devletler düzeyinde bir görüş birliğine varılıp, her yıl müslümanların lâhûtî bir atmosfere girmeye hazırlandıkları ramazan ayında onları tereddüte düşüren ve ibadet şevklerini kıran rü'yet-i hilâl tartışmasına bir son verilmesi günümüz Müslümanlarının ortak dileğidir.                                                      Klasik dönem fakihleri de, rüyet-i hilâl tartışmasını kesmek maksadıyla, kamu otoritesinin (hâkim) bu konudaki kararını herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Ülkemizde, her yıl yaşanan anlamsız ve lüzumsuz tartışmalara son vermek için, bu alanda kamu otoritesi sayılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın astronomik veriler esas alınarak kabul ve ilân ettiği takvime uyulması en doğrusudur.                                                             41-Oruç tutmamayı mübah kılan mazeretler nelerdir ?                                                           Cevap:  Ramazan orucunu tutmamayı mubah kılan mazeretler (özürler) şunlardır:                     a. Seferilik.                                                                                                                                                          b. Hastalık.                                                                                                                                                c. Gebelik ve Çocuk Emzirmek. Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde oruç tutmayabilirler.                                      d. Yaşlılık. Dinimiz oruç tutmaktan âciz olan yaşlı kimselerin oruç tutmasını istememiş, bunun yerine, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermelerini öngörmüştür.                                                                                                   e. İleri Derecede Açlık ve Susuzluk. Oruçlu bir kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı helâk olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddi boyutta bozulacağından endişe ediyorsa veya böyle bir şeyin olması tecrübeye veya doktor raporuna göre kuvvetle muhtemel ise, orucunu bozması câiz olur. Hatta ölüm tehlikesi açıksa oruç tutması haram olur.                                                                                                                       f. Zor ve Meşakkatli İşlerde Çalışmak. Esas itibariyle bir insanın ibadetlerini normal bir şekilde yapmasını engelleyecek zor ve ağır işlerde çalışması veya çalıştırılması doğru değildir. İnsanın ibadetini sağlıklı bir şekilde yapmakla geçimini temin ikilemi arasında bırakılması insan hakları açısından kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Böyle bir durumda bırakılan kişi, eğer toplum kendisine daha iyi iş imkânları sağlayamıyorsa, dolayısıyla işinden ayrıldığı takdirde geçim sıkıntısı çekmesi kesin veya kuvvetle muhtemel ise, bu durumda oruç tutmayabilir. Geçici bir süre ağır bir işte çalışmak durumunda kalan ise bu durumda oruç tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar erişeceğinden endişe ediyorsa oruç tutmayabilir. Bunlar imkan bulurlarsa kaza ederler, değilse oruç yerine fidye verirler. Kur'an'da oruç tutmamayı mubah kılan mazeretler olarak hastalık, yolculuk ve oruca güç yetirememeden söz edilmiştir (el-Bakara 2/184-185).                                                                                             g-Nafile orucu bozmak: Düğün veya sünnet yemeği gibi bir ziyafete çağrılan kimsenin, genel olarak diğer davetlerde olduğu üzere bu davete icabet etmesi, dostluk bağlarının güçlendirilmesi veya ilişkilerin geliştirilmesi vb. amaçlara hizmet edeceği için teşvik edilmiştir. Nâfile oruç tuttuğu bir günde böyle bir ziyafete çağrılan kimse, sözü edilen olumlu amaçlara hizmet edeceğinden eminse, bu davete icâbet etmesinin yerinde bir davranış olacağı; fakat, yine de beklenmedik yararlara ve güzelliklere yol açabileceği mülâhazasıyla genel olarak bu tür davetlere icâbet edip orucunu bozmasında bir beis bulunmadığı ifade edilmiştir. Başlanmış olan nâfileyi tamamlamak gerektiği kuralı sebebiyle bozduğu bu orucu daha sonra kazâ eder.                                                                                                                                         42-Orucun sıhhatinin şartları nelerdir ?                                                                                     Cevap: Orucun sahih (geçerli) olması için, oruç tutmaya niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır                                                                                                                                              43-İtikaf nedir,şartlarını ve yapılışını anlatınız ?                                                                                          Cevap: Fıkıh terimi olarak itikâf, bir mescidde ibadet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya çekilmek demektir. Hadis kaynakları Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretten sonra her yıl ramazanın son on gününde itikâfa çekildiğini, hanımlarının da genelde Resûl-i Ekrem'le birlikte itikâf yaptığını nakleder .                                                                Hz. Peygamber'in bu tatbikatından hareketle âlimler, oruçlunun özellikle ramazanın son on gününde itikâfa girmesini müstehap kabul etmişlerdir.Hatta Hanefîler, Hz. Peygamber'in bunu devamlı yapmış olmasından hareketle itikâfı kifâî nitelikte müekked sünnet saymıştır. İtikâf bir ibadet nevi olduğundan itikâfa girenin mükellef olması, itikâfa bir mescidde girmesi ve niyet etmesi gerekli görülür. Kadınlar evlerinin bir odasında itikâfa girerler.                                                                                       İtikâf yapmak isteyen kişi, itikâf niyetiyle mescid veya mescid hükmündeki bir yerde kalmaya başlayarak itikâfa girmiş olur. Vaktini namaz, Kur’ân tilâveti, dua, zikir ve tefekkür gibi ibadet ve taatlerle veya dinî bilgi ve kültürünü artıracak sohbet ve okumalarla değerlendirir. Doğal ihtiyaçlarını gidermek için mescidi meşgul etmeyecek ve kirletmeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescit de yer, içer ve orada istirahat eder. Mescidin içinde giderilmesi mümkün olmayan zarurî ve doğal ihtiyaçları için dışarı çıkabilir. Ancak ihtiyacını giderdikten sonra hemen itikâf mahalline geri döner. Nafile itikâflar dışarıya çıkmakla bozulmaz. Ancak vacip itikâflar, zorunlu ihtiyaçlar dışında itikâf mahallinin terk edilmesiyle bozulur. Tercih edilen görüşe göre, itikâfın asgarî süresi için bir sınır konmamıştır. Bu bakımd0an bir mescidi ziyaret eden kişi, bu ziyaret süresinde bile itikâfa niyet edebilir.                                                                                                                                             44-Keffaret orucu nedir,nasıl tutulur ?                                                                                          Cevap: Ramazanda mazeretsiz olarak kasten oruç yemek, ramazanın saygınlığını ihlâl etmek anlamına geleceği için kefâret ödemek gerekir. Kefâret için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik imkânı vardır ki bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60 fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması hedefine yönelik olarak önerilen köle âzat etme seçeneği köleliğin ortadan kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.                        Hanefîler, kefâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini ileri sürmüşlerdir.                                           Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir. Araya hayız ve nifas gibi doğal mazeretlerin girmesi durumu kefâret orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.                                                                                     Ramazanda oruç bozmanın kefâretle cezalandırılmasının altında, ramazanın saygınlı ğına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç bozmak, ramazan ayına ve ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimseler için kefâret öngörülmüştür.                                                                                                     Öte yandan bir ramazanda birden fazla oruç yemek durumunda sadece bir kefâretin öngörülmesi, kefâret konusunda tek başına orucun değil, bir bütün olarak ramazanın göz önünde tutulduğunu göstermektedir. Şayet kefâretin sebebi ramazan orucu olacak olsaydı, bozulan her bir ramazan orucu için kefârete hükmedilmesi gerekirdi.                            45-Oruç fidyesi nedir,  kimler verir ve kimlere verilir ?                                                                                          Cevap:  Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "oruç tutmakta zorluk çekenler" ifadesiyle, şeyh-i fânî (düşkün ihtiyar) denilen yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir. Buna göre âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu" olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fânî gibi değerlendirilmiş ve fidye hükmü kapsamına alınmıştır.                                                                       Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi ramazanın başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler. Bu fidyeyi sağlıklarında ödeye mezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudi yeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödeme leri dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir. Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mazeretler (bk. "Orucun Şartları"), oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakat bu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerin ce câiz, hatta mendup görülmüştür. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu olan terk, başlangıçta mazerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür.                                                                                                                                                    Orucu sağlığında kasten terk eden kimseler için ölümden sonra fidye verilip verilme yeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere, tartışmalıdır. Ağır işlerde çalışanların da oruç yerine fidye vermelerini câiz görenlere göre âyetin hükmü kaldı rılmamıştır. Bu durumda olanlar her orucu için bir fidye ödemekle yükümlüdürler.

Tutulamayan oruçların fidyesi birçok yoksula verilebileceği gibi toplam tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür. Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için, başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki dönem lerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim ve ilişkile rinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi fakir doyum luğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma" şeklindeki ölçü sabit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit veya mal, toplumun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakihlerin o dönemlerde belirledikleri ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının,buğday cinsinden karşılığı ve dengi yarım sâ‘; arpa,hurma veya kuru üzümden karşılığı ise  1 sâ‘dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir.

Günümüzde fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye her yıl para olarak duyurulur.                                                                                                               46-Iskat-ı  savm nedir, kimler için geçerlidir ?                                                                                                                                    Cevap: Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfi edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir.                                               Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mazereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mazereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicrî II.asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhte mel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefat etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mazerete binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.                      Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olaca ğını söylediği rivayet edilir.                                                                                                         Sonuç itibariyle, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mazeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfi mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mazeretli veya mazeretsiz olarak orucu terk edip, kazâ edemeden ölen herkese teşmil edilmiştir.                                                                                                                        Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibadetlerin aslî fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesabesindedir. İbadetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibadetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibadetleri ifada tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.                                                                                                                                              47- Zekat kimlere  verilmez ?                                                                                                 Cevap: Zekâtın verilmesinin câiz görülmediği kişi ve gruplar şunlardır:                                               a) Ana, Baba, Eş ve Çocuklar. Bir kimse zekâtını kendi usul ve fürûuna veremez. Usul bir kimsenin anası, babası, dedeleri; fürû ise çocukları ve torunları anlamında dır. Aynı şekilde bir kimse hanımına da zekât veremez. Çünkü aralarında bakma yükümlülüğü ilişkisi vardır. Zekât veren verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat beklememeli ve ondan yararlanmamalıdır. Ebû Hanîfe'ye göre kadın da zekâtını fakir kocasına veremez. Hanefîler'e göre bunların dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi akrabaya zekât verilebilir.                                                                   Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel akrabaya zekâtın verilip verilemeyeceği konusunda "nafaka"yı ölçü alırlar ve zekât mükellefinin, hukuken nafakasını teminle yükümlü olduğu akrabalarına zekât veremeyeceğini söylerler.                                                                 b) Müslüman Olmayanlar. Fakihlerin ittifakı ile zekât, esasen ibadet içerikli bir mükellefiyet olması sebebiyle, gayri müslimlere, Allah'a, peygamberlerine, âhiret gününe inanmayan kişilere ve dinden dönenlere, yani mürtedlere verilmez. Aralarında dört mezhep imamının da bulunduğu fakihlerin çoğunluğu zekâtın, İslâm toplumundaki gayri müslim tebaaya da (zimmîlere) verilemeyeceğinde görüş birliği ne varmışlardır. Çünkü zekât müslüman fakirlerin hakkıdır. Onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir. Gayri müslimler zekâtla mükellef değildir. Zekât yükümlülü ğüne iştirak etmeyenlerin, bundan yararlanmaya da hakları olmamalıdır.                                                                                                                                 c) Zenginler. Hanefîler'e göre tabii ihtiyaçlarından fazla "artıcı" özellikte olsun olmasın nisab miktarı mala sahip olan kimselere, onların küçük çocuklarına zekât verilemez.                                                                                                                                        d) Hz. Peygamber'in Yakınları. Buhârî'de rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, torunu Hasan zekât hurmalarından birini alıp yemek istediği zaman ona "Bırak, bırak! Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor musun?" (Buhârî, “Zekât”, 57; Müslim, “Zekât”, 161) buyurmuştur.                                                                                        Ancak fakihler, Hz. Peygamber'in yakınlarının kimler olduğu hususunda farklı görüş ler ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber'in, zekât almayı bizzat kendisine ve yakınlarına yasaklamış olmasında şüphesiz birçok sebep ve hikmetler vardır. Görülen odur ki en üstün ahlâk üzerine yaratılan örnek insan ve son peygamber Hz. Muhammed, bu emriyle kendisini ve yakınlarını her türlü töhmet ve şâibeden uzak tutmak istemiştir.

Zekât mükellefi zekâtı, gerçekten onu hak edenleri araştırıp bularak vermelidir. Mükellef bu konuda gereken titizliği göstermez ve zekâtını ehil olmayana verirse borcundan kurtulmuş olmaz, zekâtını yeniden vermesi gerekir; çünkü zekâta ehil olan kimseyi araştırmada kusur etmiştir.                                                                                     Zekât mükellefi, gereken araştırmayı yapar, fakat fakir zannederek zekât verdiği kişinin zengin veya gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre onun yeniden zekât vermesi gerekmez. Ebû Yûsuf'a göre, zekâtını yeniden vermesi gerekir.                                                                                                     Mâlikîler'e göre ise mükellef zekâtını araştırma ve incelemeden sonra ehil olduğunu zannettiği kimseye verir, sonra onun meselâ zengin veya gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa, zekât malı tüketilmeyip geri alınması mümkünse geri alır, yoksa bedelini alır. İki durumda da mükellefin yeniden zekât vermesi gerekir.                                                                                                                                             48-İslam’da kaç çeşit kefaret vardır, isimlerini yazınız?                                                                                           Cevap: Kur’an ve Sünnet’te belirtilen veya sadece Hz. Peygamber’in söz ve uygula masıyla sabit olan keffâret nevileri olarak;                                                                         a-Orucu bozma kefareti : Fıkıh literatüründe kefâret-i savm terimiyle ifade edilen bu kefâret türü, “Ramazan orucunu eda ederken, herhangi bir mazereti bulunmak sızın,oruçlu olduğunu bilerek orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâret”tir. Oruç bozmanın kefâreti; eğer imkânı varsa bir köle âzat etmek, buna gücü yetmiyorsa ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak ve bir günde kazasını eklemek, eğer buna da gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır.                                                                                                                                  b-Yemin kefareti :Bir kimsenin yaptığı yemine riayet etmeyip yeminini bozması halinde üzerine gereken kefârettir. Yemin kefâretiyle ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren (lağv) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz; fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakire yedirmek , yahut onları giydirmek, yahut da bir köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz” (el-Mâide 5/89). Yemin kefâretini sıraya uyması gerekmeden bu üç şeyden dilediğiyle ödeyebilir. Hanefî ve Hanbelîler’e göre bu üç gün orucun arka arkaya tutulması şarttır. Bir kimse yeminini bozmadan kefâret verse de sonra bozsa, Hanefîler’e göre bu yeterli olmaz; bozduktan sonra yeniden kefâret vermelidir. Oruç kefâretinde de olduğu gibi, bir günde on fakirin doyurulması da, bir fakirin on gün süreyle doyurulması da câizdir.                                                                                                                           c-Zıhâr   kefareti :Karısının herhangi bir uzvunu kendisine nikâhı ebediyen haram olan bir kadının uzvuna benzeterek perhiz(zıhar ) yemini yapan  kimsenin karısıyla tekrar bir araya gelebilmesi için ödemesi gereken kefâretin adıdır.                                      Kur’an’da zıhâr yemini ve kefâretiyle ilgili olarak eski Arap örfüne de atıfta bulunu lur ve meâlen şöyle buyurulur: “İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söz söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Hanımlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin onlarla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna (köle âzat etmeye) imkân bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah’a ve resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır”(el-Mücâdele 58/2-4).                                                                                                                            d-Hac yasaklarını ihlâl  kefareti:Hacda ihrama girip de bir mazeret (hastalık veya başında bir rahatsızlık) sebebiyle vaktinden önce tıraş olmak zorunda kalan kimsenin ödemesi gereken kefârettir. Çünkü hac niyetiyle ihrama giren kimsenin ihram süresince tıraş olması yasaktır.                                                                                                            Bu yasağın ihlâli halinde kefâret olarak ya üç gün oruç tutmak, ya altı fakiri doyurmak, ya da bir koyun kurban etmek gerekir.                                                                   Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle bir açıklama yer alır: “... Sizden her kim hasta olursa, yahut başında bir eziyeti (yara) bulunur (da vaktinden önce tıraş olur)sa, ona oruç, sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir...” (el-Bakara 2/196). Hz. Peygamber bu kefâretin üç gün oruç, altı fakiri doyurma veya bir koyunun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır (Buhârî, “Muhsar”, 5-8). Üç gün orucun peş peşe tutulması şart değildir.                                                                                                                                                                                                   e-Adam öldürme kefareti: İslâm’da korunması gaye edinilen temel değerlerden birisi insan hayatıdır. İnsanın saygınlığı anlayışı, insan hayatını koruyucu tedbirler, müessir fiil ve adam öldürme suçlarının cezalandırılmasında izlenen siyaset hep bu amaca hizmet eder. Bir Müslümanın, Müslüman, zimmî veya anlaşmalı (muâhid) gayri müslimi hataen (yanlışlıkla ve kaza ile) öldürmesi halinde, gereken diğer hukukî ve cezaî müeyyidelere ilâve olarak kefâret ödemesi de gerekir. Hanefîler’e ve bir grup fakihe göre sadece hataen adam öldürmede kefâret gerekirken fakihlerin çoğunluğu kasten adam öldürmede de gerekli görürler. Öldürme kefâreti, mümin bir köle âzat etmek, eğer buna güç yetmezse iki ay peş peşe oruç tutmak suretiyle ödenir.                                                                                                                g-Hayızlı kadınla cinsel temas sebebiyle gereken kefâret:                                                                                                                                                                Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefâreti Kur’an’da hayız halinin kadın için rahatsızlık ve mazeret hali olduğu, hayız süresince kocalarının onlarla cinsî temastan uzak durması gerektiği bildirilmiştir (el-Bakara 2/222). Bu yasaklama ve Hz. Peygamber’in de bu yöndeki hadisleri sebebiyle, hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın haram olduğunda görüş birliği hâsıl olmuştur. Zaten böyle bir münasebet insanın selim zevkine aykırı olduğu gibi iki tarafın, özellikle de kadının ruh ve beden sağlığı açısından son derece zararlı ve tehlikeli bulunmaktadır.                                                 Buna rağmen böyle bir davranışta bulunan kimseye ne gerekeceği konusu fakihler arasında tartışma konusu olmuştur. Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunlu ğuna göre, karısı ile hayızlı iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur.                                                                       İbn Abbas, Katâde, Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre ise hayızlı kadınla ilk günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yarım dinar kefâret öden mesi gerekir. Bu kefâret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki tarafın isteği ile olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten, unutarak, haram oldu ğunu bilmeden veya hayız durumunu fark etmeden yapılmış olması sonucu etkilemez                                                                                                                                 49.Adak nedir geçerli olmasının şartları  nelerdir ?                                                                                         Cevap: Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vâcip kılması”nı ifade eder. Diğer bir ifadeyle “kişinin farz veya vâcip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır.                                          Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar :                                                               a. Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vâcip ibadetin bulunması gerekir. Meselâ namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma adak konusu olmaz. Türbelerde mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, şeker ve helva dağıtma gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur.                                                                                                      b. Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olduğu için farz veya vâcip sayılan bir ibadet olmamalıdır. Meselâ abdest almayı,ezan ve kamet okumayı,mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz.                     c. Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vâcip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu ramazan orucu adak konusu olmaz.                                                                                             d. Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşrû olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması gerekir. Bir kimsenin sahip olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Meselâ ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir.                                                                              e. Adanan fiil Allah’a isyanı, bid’at, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Bu takdirde adak geçersizdir.                                                                                                                   Herhangi bir şart ve zamana bağlanmayan (mutlak) adaklar, adama anından itibaren gerekli hale gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi uygun olur. Bir şarta bağlanan adakların da o şartın gerçekleşmesi halinde yerine getirilmesi gerekir. Şart gerçekleş meden adak yerine getirilirse geçersizdir; yapılan ibadet nafile sayılır. Meselâ, herhangi işi olduğu takdirde üç gün oruç tutmayı nezreden kimsenin durumu böyle dir. Yerine getirilmesi gelecek bir zamana bağlanan adaklar ise, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a göre bu zaman kaydına itibar edilmeksizin önceden de yerine getirilebilir. İmam Muhammed ile Şâfiîler ve Hanbelîler sadaka gibi malî ibadetlerde aynı görüşü paylaşmakla birlikte namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde vakit gelmeden hükmün sabit olmayacağı görüşündedir. Onlara göre bu ibadetleri vakti gelmeden ifa etmek adak borcunu düşürmez.                                                                                                          Adaktan doğan yükümlülük, yeminde de olduğu gibi kazâî değil diyânî, yani yargıyı değil kişinin dindarlığını ve Allah’a karşı sorumluluğunu ilgilendiren bir yükümlülük tür. Kul ile Allah arasında kalan bir iş olup dünyevî müeyyidesi yoktur.                                                                                                                                50-Yemin nedir kaç çeşit yemin  vardır ?                                                                                           Cevap: Sözlükte “kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant, kasem ve benzeri” mânalara gelen yemin dinî kullanımda, “bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki söylediği sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesi”ni ifade eden bir terimdir. Meselâ “Vallahi şu işi yapmam”, “Vallahi şu yere gitmeyeceğim”,“Vallahi borcumu ödedim”şeklindeki beyanlar gibi. Bu tür yeminlere fıkıh dilinde kasem adı verilir. Bundan ayrı olarak köle âzat etme ve boşamaya bağlı olarak yapılan ve bazı fıkhî sonuçlar doğuran yemin çeşidi ile yargıla ma hukukunda ispat vasıtası olarak başvurulan yeminden de söz edilebilir.                           Kasem suretiyle yapılan yemin Allah’ın isim veya sıfatlarından birine ant içmekle yapılır. “Vallâhi, tallâhi, billâhi, Allah şahit, rahim olan Allah hakkı için andolsun, Allah adına yemin ederim” gibi ifadeler böyledir. Aynı şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarıyla bağlantı kurularak söylenen “yemin ederim, üzerine and olsun, şu yemeği yemek bana haram olsun” gibi ifadeler birer yemin sayılır.                                                      “Şöyle yaparsam yahudi, kâfir vb. olayım” veya “Müslüman olmayayım” tarzında sözlerin birer yemin sayılabilmesi için bunların yemin niyetiyle yani sözü teyit maska dıyla söylenmiş olması gerekir. Allah’ın isim ve sıfatları zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp sayılmamasında toplumun örfü ve kutsal hakkındaki değerlendir mesi ölçü alınır. Toplumumuzda “Kâbe hakkı için”, “Kur’an çarpsın”, “Ekmek çarpsın”, “Anam avradım olsun” gibi toplumun üst ve kutsal değerlerini sözünü teyit etmek için kullanma da, örfen yemin telakki edildiği sürece, diğer yeminlerin tâbi olduğu hükme tâbidir.                                                                                                        Müslümanların her türlü yeminden, özellikle bu tür yeminlerden kaçınması, etrafın daki insanları da bu yönde uyarması gerekir. Çünkü dince kutsal ve saygın kabul edilen değerlerin günlük tartışma ve çekişme ortamına indirilmesi neticede, bu değer  lerin yıpranmasına yol açar. Zaten fıkıh geleneğindeki yemin telakkisi, zıhâr yemini için de kefâretin gerekli görülmesi ve boşama teyitli sözlerin de yemin olarak algılanabilmesi bu bakış açısını haklı kılar.                                                                       Yemin etmek esasen mubah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık haline getirmek doğru değildir.Sıkça yemin eden kişi sözüne Allahı şahit tutmuş, O’na karşı saygısızlık etmiş ve kutsal değerleri sözünün doğrulu ğunu teyit için yıpratmış, neticede de toplum nezdinde kendi saygınlığını zedelemiş olur. Yemin ettikten sonra yeminini tutmayan kimsenin yemin kefâreti ödemesi gerekir. Literatürde kasem suretiyle yapılan üç çeşit yeminden söz edilir.                                          a. Lağv Yemini. Yanlışlıkla doğru olduğu sanılarak yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu ödediğini sanarak “Borcumu ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Ayrıca dil alışkanlığıyla, hiçbir içerik taşımadan vallâhi, billâhi diye söz arasında edilen yeminler de lağv yemini sayılır.                                                                                                  b. Gamûs Yemini. Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Böyle bir yemin büyük günahtır ve sahibine çok ağır bir vebal yükler. Bu kasıtlı yanlışlığın bağışlanması için kefâret yeterli olmaz; onun için de gamûs yemini için kefâret gerekmez. Yalan yere yemin eden kimse bol tövbe ve istiğfarda bulunmalı, bir daha böyle bir hataya düşmemeye karar vermeli, yemin sebebiyle zayi olan hakları da ödeyip sahiplerinden helâllik istemelidir.                                                                                                                                  c. Mün‘akit Yemin. Yeminin terim anlamına uyun olan şekli olup, mümkün ve geleceğe ait bir konuda yapılan yemindir. Bir kimsenin şu tarihte borcunu ödeyece ğine, falanca yerde hazır bulunacağına, şu işi yapacağına yemin etmesi gibi. Bu yemin, yukarıda ifade edildiği gibi, yapılacak bir işe Allah’ı şahit tutma demek olup her hâlükârda yerine getirmelidir. Yerine getirilmezse yemin bozulmuş olur ve kefâret gerekir. Burada kefâret, Allah’a karşı işlenen bir hatanın ve mahcubiyetin yine ibadet cinsinden olumlu bir hareketle örtülmeye, affedilmesine çalışılmasıdır. Kur’an’da konuyla ilgili olarak şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeği orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor, umulur ki şükredersiniz” (el-Mâide 5/89).                                                                                                                                           51-Eti yenilmesi helal olan  hayvanlar kaç gruptur, yazınız ?                                              Cevap: Etlerinin yenmesinin helâl olduğunda görüş birliği olan  hayvanlar 4 gruptur: a. Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden evcil hayvanların,                                                                                                                                  b. Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi vahşi hayvanların,                                   c. Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşların etlerinin helâl olduğun da fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur’an’da tasrih edilmiş (el-Mâide 5/1; el-Hac 22/28, 30), diğerleri de Kur’an’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler kapsamında görülmüştür. Bu hayvanların yırtıcı olmadığı yani ağız larının dört yanındaki uzun ve sivri dişleri ile veya pençeleriyle kapıp avlanmadığı ve kendilerini savunmadıkları da açıktır.                                                                                         d. Çekirge de, sünnette yenebileceğine dair özel hüküm bulunması sebebiyle yenmesi helâl hayvanlar grubunda yer almıştır (Buhârî, “Zebâih”,13; Müslim, “Zebâih”, 52).                                                                                                                                                    52-Eti yenilmesi haram olan  hayvanlar kaç gruptur, yazınız ?                                              Cevap :Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği olan hayvanlar ise üç gr: a. Domuzun haram olduğu Kur’an’ın açık hükmüyle sabittir (el-Bakara 2/173). Kur’an’da tür olarak yasaklanan tek hayvan domuzdur.                                                         b. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur’an’ın hükmüne dayanır (aş. bk.). Bu İslâm’ın tevhid akîdesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir sonucudur. Câhiliye döneminde Araplar putlar adına kurban kesip Kâbe’nin duvarına bırakırlardı. Hayvanların kesiminde Allah’ın adının anılmasının emredilmiş olması da bu sebepledir. Törenlerde, açılış ve karşılamalarda kesilen hayvanlar ise, Allah’ın adı anılarak kesildiği, uğruna kesilen şahıs veya kuru ma bir kutsiyet atfedilmediği sürece bu grupta yer almaz.                                                     c. Meyte tabir edilen, dinî usulde kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur’an’ın açık hükmüne dayanır. Bakara sûresinin 173. âyetinde, “Allah size meyteyi (dinî usullere göre boğazlanmadan ölmüş hayvan etini), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvanı haram kılmıştır”, Mâide sûresinin 3. âyetinde de, “Meyte, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış, boğulmuş, darbe ile (bir yerine vurularak) öldürülmüş, (yukarıdan) yuvarlanarak ölmüş, (başka hayvan tarafından) süsülerek ölmüş, -ölmeden yetişip boğazladıklarınız müstesna- yırtıcı hayvan tarafından yenmiş (yırtıcı hayvan artığı), dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar... size haram kılındı” buyurularak bir önceki âyetin hükmüne açıklık getirilmiştir.                                                                       53-Eti yenilmesi tartışmalı olan  hayvanlar kaç gruptur, yazınız ?                                              Cevap :Yukarıda sayılan grupların dışında kalan Bazı hayvanların etlerinin yenmesinin dinî hükmü fakihler arasında tartışmalıdır..                                                       a. Yırtıcı hayvanlar grubundan olan yani alt ve üst çenesindeki dört uzun ve sivri dişleri ile kapıp avlanan ve kendisini bu yolla savunan -evcil olsun olmasın- kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan, köpek, kedi gibi hayvanlar ile pençesiyle kapıp avlanan şahin, doğan, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar, bu özellikte olmasa bile genel de pislikle beslenen kuzgun, karga gibi kuşlar, tabiatı itibariyle iğrenç bulunan fare, yılan gibi hayvanlar, akrep, sinek, örümcek gibi haşerat fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından haram görülmüştür.                                                                                         Mâlikî bilginlerin bir kısmına göre aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların etlerini yemek helâldir, bir kısmına göre haram olmamakla beraber mekruhtur. Mâlikî mezhe binde meşhur görüşe göre şahin, kartal gibi yırtıcı kuşların ve pislikle beslenen kuş ların yenmesi de mekruhtur. Bu âlimler Kur’an’da sadece domuzun haram kılınmış olmasından, âyetteki genel iznin hadisle sınırlanamayacağı noktasından hareket etmiş b. Eti yenen hayvanların tesbitinde çerçeveyi en dar tutanların Hanefîler, en geniş tutanların ise Mâlikîler olduğu söylenebilirse de bu çerçeve içinde pek çok görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bazı hayvanların saldırganlık özelliği, avını tutma ve yeme şekli ile tabiatı itibariyle iğrenç sayılıp sayılmaması hususunda farklı değerlen dirmeler bulunduğu için etlerinin hükmü hakkında da ihtilâf edilmiştir.                            Meselâ tilki, Hanefîler’den  Ebû Yûsuf ve Muhammed’e, Şâfiîler’e, -bir rivayette- Hanbelîler’e ve bazı Mâlikîler’e göre helâl sayılmıştır.                                                           Ayı Hanefî ve Şâfiîler’e göre haram, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre helâl, zürafa Şâfiîler’de mutemet görüşe göre haram, diğer üç mezhepte helâl kabul edilmiştir.                                                                      Kezâ tavus kuşu ve papağan Şâfiî mezhebinde haram, diğer üç mezhepte helâl, kirpi Hanefî ve Hanbelîler’de haram, Şâfiî ve Mâlikîler’de helâl sayılmıştır.                   Bu çerçeve dahilinde pek çok detay ve görüş farklılığı bulunmaktadır.                               Hanefîler’e göre -yukarıda sayılanlar dışında- yenmesi câiz görülmeyen belli başlı hayvanlar şunlardır: Çakal, sincap, samur, sansar, sırtlan, keler, gelincik, çaylak, kuzgun, baykuş, atmaca, kaplumbağa, köstebek, kertenkele, salyangoz ve her türlü haşerat. Hakkında hadis bulunması veya bir hadis ile ilgi kurulması dolayısıyla yenmesinin câiz olup olmadığına dair farklı görüş belirtilen hayvanlar da vardır. Bunların başlıcaları şunlardır:                                                                                                                      c. Tavşan eti, dört Sünnî mezhebe göre helâl olmakla birlikte, bazı sahâbe ve tâbiîn bilginleri ile müctehid imamlardan İbn Ebû Leylâ’ya göre tahrîmen mekruhtur.                            d. At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir; Ebû Hanîfe’ye göre ise tahrîmen mekruhtur. Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâye eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte ise de, asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadığıdır. İmâmeyn ise (Ebû Yûsuf ve Muhammed) at eti yemeyi mekruh saymamışlardır. Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Hanefî mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır. Mâlikî mezhebi içinde de at eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.                                                                                                                             e . Evcil eşek eti konusunda dört mezhepçe genellikle kabul edilen hüküm, ehlî merkeplerin etinin haram olduğu yönündedir. Mâlikî bilginlerin bir kısmı bunu tenzîhen mekruh saymış, bazı sahâbîlerden ve Hanefî bilgin Bişr el-Merisî’den ehlî eşek etinin helâl olduğu görüşü nakledilmiştir.                                                                                     f. Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşmesi ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur:                                                   *) Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de helâldir.                                                                                                                                                  *) Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti de haramdır.                                                                                                                                          *) Biri eti helâl olanlardan diğeri haram olanlardan ise, Hanefî ve Mâlikîler’e göre hükümde ananın türü esas alınır; Şâfiî ve Hanbelîler’e göre helâl olmayan taraf esas alınır. Buna göre dört mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır. Anası at ise, Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre mekruh değildir.                                                                                                                                             54-Hem karada hem suda  yaşayan hayvanların  etleri yenilir mi yazınız ?                                              Cevap : Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, kaplumbağa, yengeç, yılan, timsah gibi hayvanlar hakkında üç görüş vardır:                                                                            Hanefîler’e ve Şâfiîler’e göre bunları yemek helâl değildir.                                                      Mâlikîler’e göre bu tür hayvanlar yenebilir, helâldir.                                                        Hanbelîler’e göre timsah, kurbağa ve yılanın yenmesi helâl değildir, diğerleri yenebilir. Ancak bunlardan, akıcı kanı olan (kaplumbağa, su aygırı gibi) hayvanlar için boğazlama işlemi gerekir, akıcı kanı olmayanlar için boğazlama da gerekmez. Yengecin akıcı kanı olmamakla beraber mezhepte yaygın görüş, herhangi bir yerini keserek boğazlama yerine geçecek bir işlemin (tezkiye) yapılması gerektiği yönündedir. Ahmed b. Hanbel’den ise tezkiye gerekmediği rivayet edilmiştir.                                                                                                                                       55-Suda yaşayan hayvanlar kaç gruptur ve etleri yenilir mi, yazınız ?                                              Cevap :a. Balık türleri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama işlemine de gerek yoktur. Şu var ki, Hanefîler’e göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine çıkmış balıklar yenmez. Hanefîler’in bu görüşü sağlık açısından ihtiyatı tercih etmiş olmalarından kaynaklanır. Fakat suyun çok sıcak veya soğuk olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun çekilmesinden ötürü ölen balıklar kendiliğinden ölmüş sayılmaz, yenebilir. Yine, balık avlamak üzere suya balık otu atıldığında balıklar ele geçirilmeden ölse ve onların bu yüzden öldüğü bilinse, kezâ kılıç balığı gibi büyük balıklar avlandığında sudan çıkmadan başına sert bir cisim vurularak öldürülse, yenebilir.                                                                                            b. Balık türü dışında kalan(midye,kurbağa, yengeç gibi)su hayvanları nı yemek Hanefîler’e göre helâl değildir. Diğer üç mezhebe göre ise, sadece suda yaşayan her türlü hayvan -kendiliğinden ölmüş bile olsa- yenebilir, helâldir. Şâfiî mezhebinde, Hanefîler’in paralelinde bir görüş ile su hayvanlarından eti yenen kara hayvanlarına benzeyenleri helâl, eti yenmeyen kara hayvanlarına benzeyenleri haram sayan bir görüş de vardır. Hanefîler Mâide sûresinin 3. âyetinde geçen “meyte” lafzını mutlak şekilde yorumlamışlar, ayrıca balık dışındaki türleri “habâis” (iğrenç şeyler) kapsamında kabul etmişlerdir.                                                              Fakihlerin çoğunluğu Mâide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesi nin umumunu (kapsamlı oluşunu) esas almışlar ve ayrıca Hz. Peygamber’ in “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” (Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 41; Tirmizî, “Tahâret”, 52) anlamındaki hadisine dayanmışlardır.                                                                                                                                                                                                                                                                                   56-Evliliğin geçerli olmasının şartları nelerdir ?                                                                                          Cevap:Evlilik akdinin geçerli (sahih) olarak doğması için aranan şartlar şunlardır:.                          Bu şartlara riayetsizliğin sonucu akdin fâsid olarak doğmasıdır.                                                 a. Şahitler Sıhhat şartlarından en önemlisi evlenmenin şahitler huzurunda yapılmasıdır. Hz. Peygamber’in, “İki şahit olmadan nikâh câiz olmaz” (Buhârî, “Şehâdât”, 8) hadisi evlilikteki en önemli şekil şartını getirmektedir.                                Mâlikîler dışındaki üç mezhep şahitlerin nikâh anında hazır olmasını ararken Mâlikîler şahitlerin mutlaka nikâh anında hazır olmasını gerekli görmezler; nikâhın aleniyete dökülmesi düğün yapılması ve böylece etrafa duyurulması suretiyle de olabilir. Hanefîler’in dışındaki mezhep hukukçuları, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşarken Hanefîler Bakara sûresinin 282. âyetini yorumlayarak nikâhta da bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli kabul ederler. Bu konuda mezhepler sahip oldukları metodolojik prensipler ve yaşadıkları sosyal ve kültürel çevrenin etkisiyle şahitler konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlar, ancak bu ictihadlarıyla farklı şekilleri benimseseler bile aslında evlenmenin şüphe edilmeyecek bir aleniyet içinde yapılmış olmasını temin etmek istemişlerdir.                                                                 Din İşleri Yüksek Kurulu 17/10/2002 tarihli kararı ile kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğine denk olduğu yönünde görüş beyan etmiştir. Bu itibarla nikah akdinde sadece iki kadının şahitliği de geçerlidir. Öte yandan şahitlerin müslüman ve aile hukuku bakımından tam ehliyetli olması, yani temyiz gücüne sahip ve ergen (bâliğ) olması da ayrıca gerekmektedir.                                                                                                   Ne var ki Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf şahitler konusunda daha farklı bir yorumu benimsemekte ve evlenecek kadın Ehl-i kitap ise şahitlerin de Ehl–i kitap olabile ceğini kabul etmektedirler. Şahitlerin dini konusundaki bu farklılık gayri müslimlerin şehâdetlerini yasaklayan doğrudan bir âyet ve hadisin olmaması, başka maksatlarla zikredilen nasların fakihlerin yorumuyla şahitlik için de uygulanması sebebiyledir.    b. Evlenme Engelinin Olmaması Kalıcı ve birinci derecede önemli evlenme engel lerinin evliliği hükümsüz kıldığını ve böyle bir engelin bulunmayışının akdin kuruluş şartı olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu olan evlenme engeli ise, haramlığı konusunda şüphe veya hukukçular arasında ihtilâf olan engeldir. Meselâ, bâin talâk iddeti bekleyen kadınla evlenmenin yasak olması bu gruba girmektedir. Bu tür bir evlenme engeline riayet bir sıhhat şartıdır ve riayetsizlik sıhhat şartlarına riayetsizliğin hukukî sonuçlarını doğurur.                                                                                      c. İkrahın Olmaması Hanefîler’in dışındaki mezheplere göre nikâhta herhangi bir cebir ve zorlamanın, bir diğer ifadeyle ikrahın olmaması da bir sıhhat şartıdır. Dolayısıyla ikrahla yapılan akid sıhhat şartlarının eksikliği sebebiyle geçersiz (fâsid) bir akiddir.                                                                                                                                            d. Evlenmenin Gizlenmemesi Bu şart sadece Mâlikîler tarafından ileri sürülmüştür. Onlara göre şahitlerle anlaşarak yapılan evlenmenin gizlenmesi ve etrafa duyurulma ması sıhhat şartlarına aykırıdır; dolayısıyla böyle olan nikâhlar geçersizdir. Ne var ki diğer üç mezhep bunu bir sıhhat şartı olarak kabul etmez, şahitlerin duyduğu nikâh artık gizlilik sınırını aşmıştır derler. Ne var ki günümüzde resmî şekil ve kayıt bulunmadığı sürece iki şahidin, özellikle büyük yerleşim merkezlerinde alenîliği sağlamaya yetmeyeceği ortadadır. Fakihlerin çoğunluğunun iki şahidi yeterli görmesi dönemlerinin toplumsal telakkileriyle yakından ilgili olup böyle bir gizliliği tasvip ettikleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu itibarla, ülkemizde iki şahitle fakat gizlilik içinde kıyılan nikâhların taşıdığı sakıncalar göz önüne alındığında Mâlikîler’in bu görüşünün de tamamen yabana atılmaması gerektiği ortaya çıkmaktadır.                                                                                                                                             57-Evliliğe engel olan hususlar kaç kısma ayrılır?                                                                  Cevap: Devamlı Evlenme Engelleri İslâm hukukunda devamlılık arz eden, yani tarafların birbiriyle evlenmesine ebedî olarak engel olan sebeplerdir.                                Devamlı evlenme engelleri üç grupta toplanır.                                                                                                 a. Kan Hısımlığı. Kan hısımlığı sebebiyle evlenilmesi yasak olan akrabalar dört grupta toplanır.                                                                                                                                    *). Usul (üst soy hısımları);                                                                                                           **)Fürû (alt soy hısımları);                                                                                                            ***) Ana babanın fürûu;                                                                                                             ****)Dede ve ninenin sadece çocukları. Buna göre kişinin kendi annesi, ninesi, kızı, kız torunları, kız yeğenleri veya onların kızları, teyze ve halasıyla evlenmesi yasaktır. b. Sıhrî Hısımlık. Evlenmeden doğan hısımlık sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar da keza dört gruptur.                                                                                                *). Usulün eşleri yani üvey anne ve üvey nine. Üvey ninenin baba veya anne tarafından olması fark etmez.                                                                                                            **). Fürûun eşleri, yani gelinler.                                                                                                   ***). Eşin usulü, yani kayınvâlide ve eşin her iki taraftan nineleri.                                                    ****). Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu durumda olan kız torunlar. Ancak bu son grupta evlenme engelinin doğması için sadece nikâh yetmemekte, evliliğin zifafla da fiilen başlaması gerekmektedir.                                                                                                    c. Süt Hısımlığı. Çocukla öz annesi dışında kendisine süt veren kadın ve onun belirli derecedeki yakınları arasında meydana gelen hısımlıktır. Süt hısımlığı miras hakkı doğurmazsa da bir evlenme engeli teşkil eder. Bu gruptaki hısımlar da kendileriyle sürekli olarak evlenilmesi yasak olan akrabalar grubunda yer alırlar. Bu yolla evlenilmesi yasak olan hısımlar şunlardır:                                                                                           *). Süt usul, yani sütanne, baba, sütnine ve dede.                                                                  **). Sütfürû, yani süt çocuklar ve torunlar.                                                                            ***) Sütanne ve babanın neseb ve sütten olan fürûu, yani sütkardeşler ve onların çocukları.                                                                                                                                  ****) Sütdede ve ninenin sadece çocukları ki bunlar süthalalar ve sütteyzeler olmaktadır.                                                                                                                                       *****). Eşin sütannesi ve ninesi.                                                                                                 ******)Eşin sütten olan kız çocukları ve kız torunları. Burada söz konusu olan koca eşin süt çocuğu emzirirken evli bulunduğu koca değildir. O zaten süt usul olarak yukarıda zikredildi. Buradaki koca sütanne ile daha sonra evlenmiş bulunan kimsedir. Bu son durumda kız çocuk ve kız torunların yasak olabilmesi için nikâh yetmeyip evliliğin zifafla fiilen başlaması da gerekmektedir.                                                                          *******). Sütbaba ve dedenin sütanne ve nine olmayan eşleri. Sütanne ve nine süt usul olarak yukarıda zaten zikredildi.                                                                                                                     ********). Sütten olan fürûun eşleri. Hukukçuların çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. İmam Şâfiî ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde beş fâsılalı ve doyurucu emişin şart olduğunu söylemektedir.                                                                  İki yaşından sonra emmiş olduğu süt müctehidlerin çoğuna göre bu tür bir hısımlık ve evlenme yasağı doğurmaz.                                                                                                                                        Geçici Evlenme EngelleriOrtadan kalkmaları mümkün olan, bu sebeple de devamlı evlilik engeli oluşturmayan sebepler şunlardır:                                                                                   a. Başkasının Eşi Olma. Evli olan veya boşanmış veya kocası ölmüş olup da henüz iddet beklemekte bulunan kadınlarla evlenmek yasaktır.                                                                 b. İki Akraba ile Birden Evlenme. İslâm hukukunda bir erkeğin belirli şartlarla birden fazla kadınla evlenmesi mümkündür. Ancak bir erkek iki yakın akraba ile aynı anda evli olamaz. Bu ilişkinin akrabalık ilişkisine zarar vereceği düşünülmüştür. Bu yakınlığın ölçüsü iki kadından her birini ayrı ayrı erkek kabul edildiğinde bunların birbirleriyle evlenemeyecek derecede yakın akraba olmalarıdır. Teyze ile yeğen buna örnek gösterilebilir. Çünkü hangisi erkek kabul edilirse edilsin diğeriyle evlenmesi hukuken mümkün değildir. Bu durumda bunların aynı kişinin nikâhında birleşmeleri de söz konusu olamaz.                                                                                                               c. Üç Kere Boşanma. Bir erkek üç boşama ile boşamış olduğu eşi ile tekrar evlene mez. Bakara sûresinin 227. âyetinde, “Boşanma iki keredir; sonra ya iyilikle tutmak veya güzel bir biçimde bırakmak (gerekir)” buyurulmuştur. İslâm hukukunda kolay boşanma usulü benimsendiğinden ve kocanın karısını tek taraflı bir irade beyanıyla boşaması mümkün olduğundan bunun kötüye kullanılmasını önlemek için üç boşama ile boşadığı eşiyle tekrar evlenememe gibi bir yasak getirilmiştir. Bu durum boşayan eş için geçici bir evlenme engeli teşkil eder. Bu engelin ortadan kalkması için kadının bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapması, bu evliliğin hileli olmaması ve zifaf ile fiilen başlaması daha sonra da boşanma veya ölümle sona ermesi gerekmektedir. Bu durumda artık ilk koca dilerse boşamış olduğu eşiyle onun da rızâsını alarak tekrar evlenebilir.                                                                                                                        d. Din Farkı. Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap yani yahudi ve hıristiyan olmayan bir kadınla evlenmesi yasaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin...” (el-Bakara 2/221) buyurulmaktadır. Müşrik Allah’ın birliğine inanmayan, ona ortak koşan kimse demektir. Yahudi ve hıristiyan kadınlarla evlenilebilir (el-Mâide 5/5).                                                                                                          Buna mukabil müslüman bir kadının gayri müslim bir erkekle isterse bu erkek Ehl-i kitap olsun evlenmesi dinen mümkün değildir. İslâm hukukçuları bu konudaki görüşlerinin Mâide sûresinin 5 ve Mümtehine sûresinin 10. âyetlerine dayandırmak tadırlar. İslâm hukukçularının bu âyetleri gayri müslim erkeklerle evlenmeyi yasaklayacak biçimde yorumlamaları, Ehl-i kitap da olsa başka bir din mensubuyla evlenmenin kadının ve doğacak çocukların dinini menfi olarak etkilemesi endişesine dayanmaktadır. Ancak tabiatıyla bu engeller geçicidir. Gerek erkeğin gerekse kadının müslüman olarak bu engelleri bertaraf etme imkânı her zaman vardır.                                                                                                                                              58-İslam da evlenen kadının hakları nelerdir ?                                                                       Cevap: a)Mehir hakkı: Erkeğin evlenirken karısına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya sair bir mala mehir denmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de evlenen erkeğin karısına vermek zorunda olduğu mehirle ilgili olarak müteaddit âyetler vardır (en-Nisâ 4/4, 24). Birçok toplumda evlenme esnasında eşlerden birinin diğerine veya diğerinin ailesine para ya da sair bir mal verme geleneği vardır. İslâm hukukundaki mehir uygulaması da bir yönüyle bu uygulamaya benzemektedir. Ancak yine de aralarında önemli bir fark vardır.                                                                                                            İslâm hukukundaki mehir evlenecek kızın ailesine değil, doğrudan kendisine verilmekte veya doğrudan ona borçlu olunmaktadır. Dolayısıyla İslâm hukukunda uygulandığı şekliyle mehirin satış bedeline, evlenmenin de satım akdine benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü nikâh akdini satım akdine benzettiğimizde satım bedeli bizzat satımın konusu olan kimseye verilmiş olmaktadır. Öte yandan evlenecek kızın evlenme sözleşmesinin tarafı olduğunda hiç tereddüt yoktur. Üstelik kadın almış olduğu bu mehir karşılığında Hanefîler’e göre herhangi bir çeyiz hazırlamak mecburiyetinde de değildir. Diğer mallarında nasıl tasarruf edebiliyorsa bunda da aynı şekilde tasarruf etme hak ve yetkisine sahiptir.                                                                         Ayrıca mehir nikâhın şartlarından değil sonuçlarından biridir; nikâh esnasında belir tilmemiş bile olsa, hatta verilmeyeceği şart edilmiş bile bulunsa yine evlenen kadın mehire hak kazanır. Mehirin belirlenmemiş bulunması evlenmenin geçerliliğine halel getirmez. Bu yönüyle de mehir satım bedelinden ayrılmaktadır.                                                   İslâm dünyasının önemli bir kısmında uygulanma imkânı bulan Hanefî görüşünü dikkate alırsak İslâm hukukunda mehirin kadını hem evliliğe ısındırmak hem de ona belli bir malî güç kazandırmak düşüncesiyle getirilmiş olduğunu söylememiz gerekir. Özellikle kocanın sahip olduğu tek taraflı irade beyanıyla boşama yetkisini kötüye kullanması durumunda kadın böyle bir malî imkâna fazlasıyla ihtiyaç duyacaktır. Boşanma hakkının suistimal edildiği bölgelerde mehir miktarının yüksek tutularak bu suistimale belirli ölçüde engel olunması da mehirin kadına ve evlilik birliğine kazandırdığı bir başka avantaj olmaktadır.                                                                             Mehirin mahiyeti ve çeyiz konusunda Mâlikîler Hanefîler’den farklı düşünmekte ve mehiri âdeta evliliğin kuruluş harcamalarına kocanın önceden yapmış olduğu bir ödeme olarak kabul etmektedirler. Çünkü onlara göre kadın almış olduğu mehir karşılığında ve onunla orantılı bir çeyiz hazırlamak mecburiyetindedir. Mehir olarak her türlü mal veya parasal değeri olan her türlü menfaat tesbit edilebilir.                                Mehirin miktarı Hanefîler’e göre en miktarı 10 (ilk asırda 10 dirhem yaklaşık iki koyun bedeli idi), Mâlikîler’e göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukuk çulara göre ise mehirin bir alt sınırı yoktur, tıpkı bir üst sınırı olmadığı gibi.                     Mehirin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmek tedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehire üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın” (enNisâ 4/20) âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir.                                                                                                                           Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılmaktadır. Eğer nikâh anında belirlenmişse buna mehr-i müsemmâ, belirlenmemişse buna da mehr-i misil denir. Misil mehir evlenen kızın akrabaları arasında her bakımdan kendi konumundaki kızlara ödenen mehir demektir. Bir anlamda rayiç mehir olmaktadır. Evlilik sırasında mehir belirlenmemişse veya bir sebeple belirlenen mehir geçersiz sayılırsa o zaman evlenen kadın misil mehire hak kazanır.                                                    Mehir, ödenme zamanına göre de muaccel veya müeccel mehir diye ikiye ayrılmak tadır. Muaccel mehir evlilik anında peşin olarak ödenen mehir demektir. Ödenmesi sonraya bırakılan mehire de veresiye mehir anlamında müeccel mehir denmektedir. Ödenmesi sonraya bırakılan mehir için bir ödeme zamanı belirlenmişse o zaman ödenir. Ancak genellikle yapıldığı üzere bir vade belirtilmemişse mehirin vadesi boşanma anında veya taraflardan birinin ölmesi durumunda gelmiş kabul edilir.                                                                                                                                            Sahih bir evliliğin ardından mehirin ödenmesinin gerekli olması, bir başka ifadeyle mehir borcunun doğması için ya evlenen kadın zifaf için hazır olmalı ve aralarında sahih halvet vuku bulmalı veya taraflardan birisi nikâhtan sonra ve zifaf veya sahih halvetten önce ölmüş bulunmalıdır. Sahih halvet eşlerin izni olmadan kimsenin giremeyeceği, erkek ve kadının, kimsenin göremeyeceği, uğrayıp rahatsız edemeyeceği bir mekânda baş başa olmaları anlamına gelmekte ve bazı bakımdan zifafla aynı hukukî sonuçları doğurmaktadır. Nikâh akdi yapıldıktan sonra, fakat zifaf veya sahih halvetten önce bir ayrılık vuku bulursa ayrılığa kimin sebep olduğuna bakılır. Eğer ayrılığa erkek sebep olmuşsa mehirin yarısını karısına ödemelidir. Ayrılığa kadın sebep olmuşsa veya erkek velisinin kendisi adına yapmış olduğu evliliği bulûğ muhayyerliği denilen seçim hakkını kullanarak bozmuşsa eski karısına mehir adına herhangi bir ödeme yapması gerekmez.                                                                 b. Nafaka alma hakkı:Evlilik içinde kadının her türlü normal masrafı kocaya aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Talâk 65/6) ve Hz. Peygamber’in hadislerinde nafakanın kocaya  ait olduğu, erkeğin yediğinden karısına da yedirmesi, giydiğinden giydirmesi açıkça belirtilmiştir. Kocanın karısının nafakasını karşılamakla yükümlü olması için zengin olması gerekmediği gibi kadının fakir olması da gerekmez. Kadın zengin de olsa masrafları kocaya aittir.                                                                                                         Karı kocanın oturacakları evin temini, döşenip tefriş edilmesi kocaya aittir. İslâm toplumlarındaki örf ve âdetler genellikle kadına yeni evine belirli bir çeyiz getirmesi mecburiyetini getirmiştir. Ancak özellikle Hanefîler’ce kadının dinen ve hukuken buna mecbur olmadığı bilinmelidir.                                                                                       Bunun dışında kocanın karşılamakla yükümlü olduğu diğer masrafların kapsamı ve seviyesi daha çok örfe ve karı kocanın sosyal konumuna göre belirlenmektedir. Meselâ sosyal ve malî konumu hizmetçi tutmayı gerektirdiği durumlarda koca yiyecek, giyecek, mesken masraflarına ilâve olarak evine bir de hizmetçi tutmak mecburiyetindedir.                                                                                                                  Nafakanın normal yerine getirilme şekli kocanın evinin her türlü masraflarını üstlenmesidir. Kocanın bu görevini yerine getirmediği durumlarda kadın mahkemeye başvurarak kendisine nafaka takdir ettirebilir. Nafakanın miktarını tesbitte karı koca nın malî ve sosyal konumları birlikte dikkate alınır. Yalnız kocanın konumu dikkate alınır diyen hukukçular da vardır. Takdir edildiği halde karısının nafakasını ödeme yen kocanın bu borcu zorla icra yoluyla tahsil edilir. Hatta gücü yettiği halde nafaka borcunu ödemeyen kocayı ödemeye zorlamak için hapsetmek dahi mümkün dür. Ancak koca fakirse bu durumda ödemeye zorlamak için hapsetmek âdil olmadığı ve pratik bir yararı da dokunmayacağı için fakir kocaya hapis cezası verilmez. Hanefîler’e göre hâkim tarafından nafaka takdiri sadece miktarının belirlenmesi bakımından değil, nafaka borcunun kuvvetli bir borç haline gelmesi bakımdan önemlidir. Eğer karı koca nafaka borcu ve miktarı üzerinde anlaşmamışlarsa veya hâkim tarafından takdir edilmemişse taraflardan birinin ölümü ile, boşanma ile veya kadının “nâşize” duruma düşmesi ile bu borç düşer.                                                              Kadının nâşize olması evlilik hukukuna riayet etmemesi ve kocasının rızâsını almadan evini terk etmesi anlamına gelmektedir. Nâşize durumdaki kadının o andan itibaren esasen nafaka hakkı yoktur. Her üç halde de geriye dönük bir nafaka talebinin mümkün olmaması, mahkemeye başvurulmadığına göre nafakanın ödenmekte olduğu var sayımına dayanmaktadır. Hâkim tarafından nafaka takdir edilmesi ödenmiş olma faraziyesini ortadan kaldırmaktadır.                                                      Diğer üç mezhebe göre ise nafaka hâkimin takdirine muhtaç olmaksızın kuvvetli bir borç olarak doğar; ancak ödenmekle veya ibrâ ile düşer. Eşin ihtiyaçlarının normal yollardan karşılanmaması durumunda mahkemece nafaka takdir edilmesi her zaman kadının problemini çözmemektedir. Kocasının nafaka borcunu eda etmemesi sebebi ile kadının ayrıca bir boşanma hakkının bulunup bulunmadığı tartışmalıdır. Hanefî hukukçular bu durumda kadının bir boşanma hakkının var olduğunu kabul etmezler..                                                                                                                                         59-Kaç çeşit boşanma vardır? Açıklayınız.                                                                               Cevap: Evliliğin sona ermesinin değişik usul ve şekilleri vardır.                                a) Fesih:Evlilik birliğinin akid anında var olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik sebebiyle bozulmasıdır. Sıhhat şartlarından birisinin eksik oluşu akid anındaki bir bozukluğu, tarafların bir arada yaşamalarının dinen mümkün olmaması akidden sonraki bir bozukluğu ifade eder. Meselâ şahitsiz evlenme akid anındaki bir bozukluktur, eşlerden birinin dinden çıkmış olması da (irtidad) akidden sonra meydana gelen dinen beraber yaşamayı imkânsız kılan bir haldir.                                                       Fesih evlilik birliğine derhal son verir. Zifaftan önce meydana gelen fesihlerde kadına mehir vermek gerekmez.                                                                                                           b) Boşama İslâm hukukunda talâk kelimesi hem tek taraflı irade beyanıyla yapılan boşamayı, hem tarafların anlaşarak evlilik birliğine son vermele rini hem de mahkeme kararıyla meydana gelen boşanmayı içerir. Esasen meydana geliş şekilleri farklı olmakla birlikte her üç boşanma türü de müşterek hükümlere sahiptir. Bununla birlikte talâk sözcüğü ile genellikle tek taraflı irade beyanıyla yapılan boşamalar kastedilir.                                             

 

c)Kadının malî bir ödeme yapması veya malî bir hakkından feragat etmesi suretiyle tarafların anlaşarak evlilik birliğine son vermelerine hul‘ veya muhâlea, mahkeme kararıyla meydana gelen boşanmaya da tefrik denir. İslâm dininde ailenin özel bir yeri olmasına ve müslümanlar gerek Kur’ân-ı Kerîm’de ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde evlen meye, yuva kurmaya özendirilmelerine rağmen İslâm hukukunda kolay boşanma yolu seçilmiş ve eşlerin ve özellikle kocanın çoğu defa mahkeme ye başvurmaksızın boşanmalarına imkân tanınmıştır. Hele kilise hukukun da olduğu gibi eşlerin boşanmalarının yasaklanması hiç düşünülmemiştir.

Öte yandan boşanıp tekrar evlenmeler suistimal edilmesin diye boşamaya âzami bir sınır getirilmiş, ayrı ayrı veya beraberce karısını üç defa boşayan kimsenin iki taraf isteseler bile kadın bir üçüncü şahısla hileli olmayan bir evlilik yapmadıkça ve bu evlilik ölüm veya boşama ile sona ermedikçe tekrar bir araya gelmelerine imkân tanınmamıştır.                                                                Öte yandan özellikle kocaların boşama haklarını suistimal ettikleri durumlarda mehirin ödenmesi sonraya bırakılan kısmı (mehr-i müeccel) yüksek tutularak boşanmalara belirli bir sınır getirilmiştir. Dinî bir anlayış ve terbiye içinde şekillenen toplumun da sebepsiz boşanmaları hoş karşılamaması İslâm toplumlarında boşanmaların daima sınırlı olması sonucunu doğurmuş, hukuken var olan boşama kolaylığı hiçbir zaman uygulamaya yansımamıştır. Bugün İslâm toplumlarında karşılaştığımız boşanma oranlarının dünya ortalamasının hayli altında olması bunun bir başka kanıtıdır.                                                                                                                                            60-İddet nedir ve kaç çeşit iddet bekleme vardır  ?                                                                   Cevap :  Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken süreye iddet denir. İddeti ona sebebiyet veren olaya göre ikiye ayırmak gerekir. Ölüm iddeti, boşanma veya fesih iddeti.                                                                                                        a) Ölüm İddeti. Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki kadınların beklemeleri gereken süre 4 ay 10  gündür. Fâsid (geçersiz) bir nikâhla evli olanlar ölüm iddeti beklemezler.                                                                                                                             Hamile olmayan eş ric‘î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terk ederek ölüm iddeti beklemeye başlar. Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.                                                                  b) Boşanma veya Fesih İddeti. Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddettir. Fâsid nikâh sebebiyle nikâhı feshedilenlerin iddet beklemeleri ancak evliliklerinin zifafla fiilen başlaması durumunda söz konusudur. Bu grupta yer alan kadınların bekleyecekleri iddet süresi hamile olup olmamalarına göre değişmektedir. Hamile iseler iddetleri doğumla biter, değillerse ve normal olarak hayız görüyorlarsa iddet süreleri üç hayız süresidir. Kadın hayızlı iken boşanırsa bu hayız hesaba katılmaz. Bu Hanefî ve Hanbelîler’in kabul ettiği görüştür. Mâlikî ve Şâfiîler’e göre bu durumdaki kadınların beklemeleri gere ken süre üç temizlik müddetidir. Bu farklılığın sebebi “Boşanmış kadınlar kocalarıyla ilişkide bulunmaksızın üç kar’ süresi beklesinler” (el-Bakara 2/228) âyetindeki kar’ sözcüğünün çift anlamlı (hayız ve temizlik) olması ve Hanefî ve Hanbelîler’in bunu hayız, Mâlikî ve Şâfiîler’in de temizlik olarak anlamaları yüzündendir.                                                                                                                c-Hayız iddeti: Küçüklüğünden veya yaşlılığından dolayı hayız görmeyen kadınların iddeti ise üç aydır. Bu iki dönem (15-55 yaş) arasında olup da herhangi bir sebepten dolayı hiç hayız görmeyen veya bir ya da iki defa görüp de bilâhare görmeyen kadınların (mümteddü’t-tuhr) bekleyecekleri iddet süresi konusunda mezhepler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Ebû Hanîfe’ye göre bu kadın hayızdan kesilme yaşı olan elli beş yaşına kadar bekler, daha sonra da tekrar üç ay beklemek zorundadır. Ebû Hanîfe’nin bu ihtiyatkârlığı bu durumdaki kadının hamile olmadığının kesin olarak tesbit arzusuna dayanmakta ise de bugünkü tıbbî bilgiler ışığında bu ölçüde bir ihtiyata artık gerek yoktur. Mâlikîler’e göre bu durumdaki kadınların iddeti sadece on iki aydır. İddet esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir.                                                                                                                 d-Doğum iddeti: İddet, evliliği sona eren bir kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süredir. Cenâb-ı Hak gebe kadınların beklemeleri gereken süreyle ilgili şöyle buyurmuştur: وَأُولَاتُ الْأَحْمَالِ أَجَلُهُنَّ أَنْ يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıdır.”[1] Buna göre hamile bir kadın kocasından boşandığında veya kocası vefat ettiğinde doğum yapana kadar başka bir evlilik yapamaz. Doğumla iddeti sona erer.                                                                                                        e. Kocası Kaybolmuş Kadının İddeti Malikî ve Hanbelî hukukçulara göre, mefkûdun65 hanımı dört yıl bekledikten sonra vefat iddeti bekler.66 Malikîlere göre, mefkûdun karısı hâkimin karar vermesinden sonra dört yıl bekledikten sonra vefat iddeti bekler. Hâkimin kararından önce ne kadar zaman geçerse geçsin dört yıl İslam hukukunda mefkûd, evinden ayrılarak kendisi ve bulunduğu yer hakkında herhangi bir bilginin bulunmadığı kişi demektir. Ancak mefkûdun esir olduğu biliniyor ve sonra kendisinden haber alınamıyorsa bu durumda hanımı kesin haber gelinceye kadar bekler.68 Hanbeli mezhebine göre, kaybolmuş fakat kendisinden haber alınan kocanın karısı boşanamaz. Nafaka sıkıntısı varsa boşanma davası açabilir. Tehlikede olmadığı bilinen ancak kendisinden haber alınamayan kocanın karısının karılığı, koca doksan yaşına girinceye kadar devam eder. Ancak kocanın tehlikede olduğu biliniyor ve haber de alınamıyorsa karısı dört yıl bekledikten sonra vefat iddeti bekler ve ayrılır.69 İmam Şafiî’nin bu hususta eski ve yeni olmak üzere iki görüşü vardır. Eski görüşüne göre, kadın dört yıl bekledikten sonra vefat iddeti bekler ve başkası ile evlenebilir.70 Yeni görüşüne göre ise ölümü kesin değilse hanımı, kocasından ayrı kabul edilmediğinden, iddet beklemez. Bu hüküm kocanın önceki hayat halinin yani canlılığının devam ettiği ilkesine dayanır. Kocanın öldüğü kesinleşinceye kadar evlilik devam ediyor kabul edilir.71 İbn Hazm’e göre, kocası kaybolmuş kadın kocasının ölümüne kesin hükmedilinceye kadar kocasından ayrılmış sayılmaz.72 f.Cariyenin İddeti Cariyenin iddeti, talakının iki iddetinin ise iki hayız olduğunu belirten hadisten75 dolayı talak durumunda iki hayız, küçük cariye ile adetten kesilmiş yaşlı cariyenin iddeti bir buçuk ay, kocası vefat etmiş cariyenin iddeti ise iki ay beş gündür. Hamile cariyenin iddeti ise ayetin genelliği dolayısı ile doğumuna kadardır.76 Ancak Malikî hukukçular hayız görmeyen cariyenin iddetinde farklı bir görüş benimsemiş ve çocuğun oluşumu ancak üç ayda net bir şekilde belli olduğu için iddeti üç ay olarak kabul etmiştir.77 İbn Hazm ise cariyenin iddeti konusunda tamamen farklı düşünmekte ve iddet sürelerini açıklayan ayetlerde cariyenin iddeti ile ilgili bir ayırım bulunmamasından dolayı cariyenin aynen hür kadın gibi iddet bekleyeceğini ileri sürmektedir.78                                                                                                                             AHLAK İL İLGİLİ (10 Soru)                                                                                                                   1-Bir Müslüman, sadece kendini mi düşünmelidir, ailesine, topluma, içinde yaşadığı devletine karşı da sorumluluğu yok mudur?
Cevap: Müslümanın birinci vazifesi, nefsine, şeytana uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, asi kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanuna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır.Allahü kullarına üç vazife verdi:
Birincisi, şahsi vazifesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetiştirecek, sıhhatli, edepli, iyi huylu olacak, ibadetlerini yapacak, ilim ve güzel ahlak öğrenecek, helal lokma kazanmak için çalışacaktır.
                                                                                                      İkinci vazifesi, aile içindeki vazifesidir. Hanımına, ana, babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacaktır.                                                                                         Üçüncü vazifesi, cemiyet, toplum içindeki vazifeleridir. Komşularına, hocalarına, talebesine, ailesine, emrinde olanlara, devlete, bütün vatandaşlara, dini ve milleti başka olanlara karşı vazifeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi, kimseye zarar vermemesi, hıyanet, hainlik etmemesi, herkese faydalı olması, devlete, kanunlara karşı, hiç isyan etmemesi, herkesin hakkını ödemesi lazımdır. Allahü teâlâ, devlet işlerine karışmayı değil, devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emretti.                                                                                                                  

2-Yanlışa karşı tavrımız ne olmalıdır?                                                                                                    Cevap: Bir yanlış gördüğümüz zaman;                                                                                               a-Onu elimizle yani fiili müdahale ile önlemeye çalışmalı,                                                             b- Fiili müdahaleye gücümüz yetmezse dilimiz yani ikna ederek,                                                      c-Ona da gücümüz yetmezse kalbimizle yani protesto ederek önlemeye çalışmalıyız .                                                                                                                              3-Ahlaki kuralların müeyyidesi nedir?                                                                              Cevap: İslam’da ahlak kurallarının yaptırım gücü Allah korkusu ve sorumluluk duygusudur.                                                                                                                                     4-Kişinin ailesine karşı görevleri nelerdir?                                                                         Cevap: a-Ailenin nikah akdi ile kurulması lazımdır.                                                                                 b-Eşler birbirlerine karşı toleranslı olmalı ve birlikteliği bozacak davranışlardan uzak durmalıdır.                                                                                                                                           c-Ailenin geçim ve nafakasını helal yollardan temin etmeleri gerekir.                                          d-Koca hanımının dini vazifelerini öğrenmesinde ona yardımcı olmalıdır.                                           e-Hanımına karşı iyi davranmalı,şiddetten uzak durmalıdır.                                                                  f-Kadın kocasına sevgi ile bağlanmalı ve onu üzecek davranışlardan uzak durmalıdır.              g-Ev harcamalarında kadın tutumlu olmalı,israf etmemeli ve çocukların terbiyesinde kocasına yardımcı olmalıdır.                                                                                                                          h-Eşler evine yuvasına bağlı olmalı ve iffetini korumalıdır.                                                                          i-Kadın kocasına saygılı davranmalı, meşru isteklerini yerine getirmelidir.                                                                                                                                               5-İslam’da anne babanın çocuklarına karşı görevleri nelerdir ?                                                 Cevap:a-Çocuk doğunca ona güzel bir isim koymak                                                                       b-Sağ kulağına ezan ve sol kulağına kamet okumak                                                                                  c-Anne sütü ile en az iki sene beslemek                                                                                        d-Çocuklar arasında ayrım yapmamak                                                                                                        e-Çocuğu okutmak,bir meslek sahibi olmalarını sağlamak                                                                          f-Sürücülük ve yüzmeyi öğretmek                                                                                                   g-Yaşları gelince vatan savunmasını öğrenmesi için askerliklerini yaptırmak                                     h-Onları evlendirmek                                                                                                                    6-İslamda harcama ve tüketim ahlakı nedir, açıklayınız  ?                                                        Cevap: Her ekonomik sistem gibi İslâmiyet de mal sahibinin, kendi malını yönetmek ve kullanmak hususunda bazı hukukî ve ahlâkî kayıtlar getirmiş olup bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir:                                                                                                    a. Toplumun zararına tüketim ve harcamalarda bulunmamak.                                                    b. Lüks ve ihtişam için harcama yapmamak.                                                                                              c. İsraf etmemek.                                                                                                                        d. İnfak ve cömertlik yapmak                                                                                                                    e-Dinin yasakladığı yerlere harcama yapmamak                                                                                   7-Gıybet nedir ,nasıl tedavi edilir?                                                                                      Cevap: Allah Rasulü (sav) bir gün “gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sordu. “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” dediler. “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır”, buyurdu. “Ya söylediğim kardeşimde varsa? diye soruldu. Peygamberimiz: “Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun. Şayet söylediğin onda yoksa o takdirde ona iftira etmiş olursun” dedi (Müslim, Birr, 70).                                                                             “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir” (Hucurât, 12).                                                                         Evet, gıybet bir âfettir, içinde barındırdığı kötülükler ise, yalan, iftira, hased, fesad, tecessüs (gizli yönleri araştırma), arkadan çekiştirme, kusur arama, mahremiyete tecavüz, insanları birbirine düşürme, kin ve nefret tohumları ekme; bunun için yapılan komplolar, tuzaklar, kumpaslar, entrikalar, gizli kameralar, kasetler, özel hayatları teşhir için yapılan bir sürü şeytanlıklar, içinde yer aldığı grubun çıkarları için başka gruplara ve mensuplarına bütün bunları yapmayı mübah görmeler. TEDAVİSİ:                                                                                                               Birincisi: İnsan öfke ve kızgınlıktan dolayı gıybet eder. Özellikle karakter olarak öfkelenmeye hazır, öfkesini besleyen, inatçı, affetmeyen, sürekli bir düşman arayan, intikam peşinde koşanlar soluğu gıybet etmede alırlar. Kontrol altına alınmaması durumunda insanı esir alan öfke sonucunda yapı lan gıybet, insanı Allah`ın gazabıyla karşı karşıya getirebilir. Dini ve dünyevi kötü neticesi olan bu amel ile düşmandan intikam alınmaz. Bilakis düşmanın gıybetini yapmak demek kendine düşmanlık, ona iyilik etmek demektir.İkincisi: İnsan kıskançlıktan dolayı gıybet eder. Kıskançlığın mahiyetinde ise Allah`ın tasarrufunu eleştiri manası saklıdır.                                                      Kardeşinin sahip olduğu nimetleri kıskanarak gıybet eden, iki azabı bir araya getirir. Bu dünyada haset ateşinde kavrulduğu gibi ahiretteki azabı da buna ekler.                                                                                                           Üçüncüsü: İnsan bazen şahısların teveccühünü kaybetmemek için gıybet eder. Onları kaybetme korkusuyla gıybet dinleme arzularını karşılıksız bırak maz. Gıybete engel olma durumunda kaba ve kırıcı olarak etiketlenmek ten çekinir. Hatta bunu nezaketsizlik olarak kabul eder ve gıybete devam eder.

İnsanların teveccühü için gıybet eden bilmeli ki; böyle yapmakla insanların teveccühünü Allah`ın teveccühüne tercih etmiştir. Onların rızasını, Allah`ın rızasının; onlara duyduğu korkuyu, Allah`a duyulması gereken korkunun önüne geçirmiştir.                                                                              Dördüncüsü: Suçlanmaktan kurtulma isteği gıybetin başka bir sebebidir. Mesela suçunu nazarlarda küçültmek için arkadaşının da aynı suçu işlediğini veya beraberce yaptığını söyler. Böylece arkadaşını da karalayarak üstüne gelmesi muhtemel olan şimşekleri azaltmayı hedefler.                                                   Böyle cahilce bir çözüme başvuranlar bilmeliler ki; başkasının kötülükleri onların kötülüklerinin ağırlığını hafifletmez.                                                                       Beşincisi: Kendini üstün göstermek veya başkasını küçük düşürmek, gıybete sevk eden başka sebeplerdir. Bu yol, kalbinde sevgi ve saygı taşımayan mağrur ve cahillerin başvurduğu bir yoldur.                                                                             Bu gibi insanlar, bunu yaparak Rablerinin yanında değerden düştüklerini iyi bilmeliler.İnsanlardan gelmesi muhtemel olan değerin gelmesi ise şüphelidir. Küçük düşürmeye çalıştığı kişi gibi o da kusurludur; hatta “ölü eti yemek” onun için daha büyük bir kusurdur. Ki en büyük kusur Allah`ın emrine karşı gelmektir.                                                                                                     Altıncısı: Kimileri, kendini koruma adına “en iyi savunma saldırıdır”mantığı ile gıybet eder. Biriyle yaşadığı hoş olmayan bir durumdan sonra, gelebilmesi muhtemel saldırıları önlemek için ondan önce harekete geçerek gıybetlerini eder. Görüş mesafesi kısa olan nefs-i emmare bakışıyla anı kurtarmaya çalışır, yanlış yapar. Günü kurtarma adına ebedi hayatını riske atar.                         Böyle yanlış bir hesap içinde olan insan bilmeli ki; Allah`ın gazabına uğramak başkasının hışmına uğramaktan daha büyüktür.                                                                            Yedincisi: Gülüp eğlenmek ve hoş vakit geçirmek için başkasına alay etme şeklinde gıybet yapılır. Kendini beğenen böyle kişilikler, küçük gördüğü   insanlara bir kıymet vermez ve hafife alarak onlarla eğlenir.                                                     Oysa şunu unutur ki üstünlük takvadadır. Yani günahlardan sakınmadadır. Kendinde üstünlük olarak kabul ettiği akıl, bilgi ve güzellik gibi Allah vergisi nimetler onu fahre değil şükre sevk etmek içindir.                                                                Eğer hesap günündeki pişmanlık ve gıybetini ettiği şahsın günahlarını yüklenip cehenneme nasıl düşeceğini düşünürse; belki yaptığından vazgeçer. Yaptığı şaka ile kardeşini belki birkaç kişinin yanında rezil eder ama hesap gününde birçok varlığın huzurunda onun günahlarını da hayvan gibi yüklene ceği, yani kendisinin zelil, kardeşinin de aziz olacağı ihtimalini unutur. Sekizincisi: İnsan bazen iyilik, hayırlı amel yapma niyetiyle gıybet yapar. Gıybetin en derin ve ince türleri daha çok dindarlarda görülen ve şeytanın iyilik diye insana telkin ettiği bu gibi gıybetlerdir. Şahit oldukları İslam dışı bazı durumlar bu insanları öfkelendirir, hayrete koyar, üzüntüye sokar ve böylece bu hatayı işlerler.                                                                                                      8-Haset nedir ,nasıl tedavi edilir?                                                                                      Cevap:‘Hased ve kıskançlık’, başkalarını bulundukları durumdan dolayı kıskanmak, çekememek ve onların olmamasını istemek, demektir.                                                                Hased, tedavisi mümkün olmayan en öldürücü ahlâk hastalıklarındandır. Hased eden kimse başkasının iyiliğine ve elindeki nimetlere üzülür, hatta bu nimetlerin onun elinden gitmesini ister. Gitmediğinde üzüntüsü artar. Bu hususta denilir ki:                         "Hased öyle bir ruh hastalığıdır ki, ona hiç bir doktor çare bulamaz. Yeter ki Allah (c.c.)’ın yardımı tahakkuk etsin."                                                                                                  Bu nedenle hased, Müslümanın hayırlı amellerini yok eden çok çirkin bir ahlâktır. Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu                                                                      Resûlullah (asm) buyurdular ki:                                                                                                         “Şu iki kişi dışında hiç kimseye hased (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse.Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse .”                                                                                                                                      Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir.                                                                                                           Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.                                                                                                                        Hased duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:                               “Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.” Resûlullah (asm)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir, diye sorulunca şu cevabı verdi: “Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme.”                                                                              Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri şöyle der:‘"çinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."                                                                                                                                                              Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetme ye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi.                                Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:                                          "Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvet mek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder."                                                                                                                              Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asm) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir:                                                 “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” (11)                                                                                     Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (asm) bir başka rivayette:                                                    “Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.”buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.                             Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:                                                    “İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamdeder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”                                                                                                                                  Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendi sinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalış sın.Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde,ahlaksızlıklar,zinalar had safhaya çıkar, insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.                                                                                                                                İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesi ne bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.                                                                                                                                                 Ya Rabbi beni hased edici eyleme, hased edilen eyle!’ diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona hased etmektedir. Hased edenin hasedine sabr eyle.                                                                                                                                            9-Kibir nedir ,nasıl tedavi edilir?                                                                                      Cevap:Kibir kelimesi  kendini herkesten üstün tutma, büyüklenme,gurur anlamlarını taşımaktadır.Kibir, kendini başkalarından üstün görmektir. Başkalarını beğenmeme ve kendini diğerlerinin üstünde görme davranışıdır.                                                                 Tedavi şekli:                                                                                                                                                   a-Kibir hastalığına yakalandığını kabul etmek                                                                         b-Kibirden kurtulmanın çaresi insanın ilk önce kendi mahiyetini tanıması sonra da kibrin dehşet verici neticelerini düşünüp anlamasıyla mümkündür.                                              c-Nefsinin acziyetini kavramak                                                                                                           d-Başka insanların da kendisinden daha iyi olabileceğini kabul etmek                                         10-Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakları nelerdir ?                                                              Cevap: Müslüman Müslüman üzerinde 6 hakkı  vardır:                                                             a-Karşılaştığı zaman selam vermek                                                                                                     b-Davetine icabet etmek                                                                                                                         c-Nasihat isterse nasihat etmek                                                                                                           d-Hapşırdığında yermakellah demek                                                                                                          e-Hastalandığında ziyaret etmek                                                                                                          f-Vefatında cenazesine katılmak                                                                                               SİYER İLE İLGİLİ  (5 soru)                                                                                                              1-Peygamberimizin Medine’de gerçekleştirdiği reformları maddeler halinde yazınız?                                                                                                                                   Cevap: a-Mabed ile okulu inşa etti                                                                                                         b-İç barışı sağladı, Evs ve Hazreç kabile savaşlarına son verdi                                                      c-Ensar Muhacir kardeşliğini gerçekleştirdi                                                                                                    d-İlk yazılı anayasa olan Medine vesikasını yürürlüğe koydu                                             e-Gayr-ı Müslim haklarını koruma altına aldı                                                                                                                                        2-Peygamberimizin Medine Yahudileri ile ilişkileri ve yaptığı savaşlar?                             Cevap: a-Beni Kaynuka vakası (624) :   Bedir Gazvesi üzerinden henüz bir ay geçmişti. Yahudilerin en cesuru sayılan Benî Kaynuka' yahudileri ilk defa, ensârla yapılan vatandaşlık muahedesini bozarak harbe karar verdiler. başladıkları göze çarpıyordu. Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Ehl-i kitap oluşlarından dolayı kendilerine müsamahalı davranıyordu. Ancak onlar hal ve hareketleriyle bu insanî muâmelelere lâyık olmadıklarını açıkça gösteriyorlardı. Şâirleri Peygamberimiz (s.a.v.)'i hicvediyor, Müslümanları küçük düşürücü mısralar düzüyorlardı ve açık açık kışkırtıcılık, Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmeye çalışma, her vesileyle Kureyş müşrikleriyle işbirliği yapma gibi uygunsuz hareketleriyle bizzat bu anlaşmayı bozmuş oluyorlardı.                                                                                                           Bu arada meydana gelen çirkin bir hâdise ise,bardağı taşıran son damla oldu.Şöyle ki: Medineli Ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudî kuyumcu nun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudîler kadının yüzünü açmaya çalışırlar, ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudînin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudîler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudî boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudîyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudîler de Müslüma nın üzerine çullanarak onu şehid ederler.523 Böylece Yahudîlerle Müslümanlar arasında kan dökülmüş olur.                                                                                    Hâdiseye sebebiyet verenler Yahudîlerdi. Hâliyle, verdikleri sözlere aykırı hareket ederek bizzat kendi elleriyle yapılan anlaşmayı da ihlâl etmiş oluyorlardı.                               Şehid edilen Müslümanın akrabaları, bu hususta yardım talebinde bulununca, Peygamber Efendimiz, Benî Kaynuka Yahudîlerini bir araya topladı. Kendilerini İslâma davet etti. Şımarık hareketlerine son vermeleri gerektiğini, aksi takdirde Bedir`de müşriklerin uğradıkları akibete kendilerinin de uğrayabileceklerini anlattı. Fakat dessas Yahudîler Efendimizin bu konuşmasını alaya alıp küstahça şöyle dediler:"Ey Muhammed! Sen muharebe nedir bilmeyen kimselerle çarpışıp galip gelmene aldanıp güvenme! Biz onlar gibi değiliz. Savaşmayı çok iyi biliriz. Eğer bizimle çarpışmayı göze alırsan, o zaman bizim nasıl adamlar olduğumuzu anlarsın."                        Sonra da dağılıp gittiler.                                                                                                                   Benî Kaynuka Yahudîlerinin bu kibir ve gurur dolu sözleri üzerine inen âyet-i kerime, akibetlerini şöyle ilân etti: "İnkâr edenlere de ki: Siz dünyada mağlup olacak, âhirette de Cehenneme toplanacaksınız. Ne kötü bir yataktır o!"525                                                                          Aynı hâdiseyle ilgili olarak nazil olan âyet-i kerimede ise, Peygamberimize, ahdini bozan bu Yahudîlerle çarpışmaya izin verildi:                                                                                       "Eğer bir kavmin hıyânetinden endişe edersen, antlaşmayı feshettiğini onlara açıkça ve adâlet üzere bildir. Muhakkak ki Allah hâinleri sevmez."526                                                     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kesin kararını verdi: Benî Kaynuka Yahudîleri üzerine gidilecekti.                                                                                                                         Resûl-i Ekrem Efendimiz bu kararını verdikten sonra Medine`de yerine Ebû Lübâbe bin Abdi`l-Münzir`i vekil tayin etti ve beyaz sancağını da Hz. Hamza`ya vererek Kaynuka Oğulları üzerine yürüdü.                                                                                                   Bu Yahudîlerin kuvvetli ve sağlam kaleleri vardı. Peygamberimizin üzerlerine gelmekte olduğunu duyunca oraya çekildiler. Resûl-i Ekrem onları muhasara altına aldı. On beş gün süren muhasara sonunda teslim olmaya mecbur kaldılar. Peygamber Efendimiz, tek tek ellerinin bağlanmasını emir buyurdu. Elleri bağlandı.527                       Abdullah bin Übey`in Peygamberimize müracaatı üzerine Peygamber Efendimiz, "Çözün onları. Allah, onlara ve onlarla birlikte olanlara lânet etsin" buyurdu ve Kaynukaoğullarının öldürülmelerinden vazgeçip Medine`den Şam`a sürülmelerini emretti.                                                                                                                                    b-Nadir Oğulları vakası (625): Benî Nadîr, Hicret’ten sonra düzenlenen Medine sözleşmesine Evs kabilesinin müttefiki olarak katılmıştı. Başlangıçta Müslümanlara karşı bir tavır içine girmemekle birlikte Bedir Gazvesi’nden sonra ve Benî Kaynukâ’ nın şehirden sürülmesiyle açıktan düşmanlık yapmaya başladılar. Özellikle meşhur şairleri Ka‘b. Eşref, güçlü şiir kabiliyeti ve etkili hitabetiyle Hz. Peygamber’i ve asha bını hicvetmekte, ayrıca Mekke’ye kadar giderek Ebû Süfyan ve diğer müşriklerin intikam duygularını harekete geçirip onları Müslümanlara karşı kışkırtmakta, serve tini de bu uğurda harcamaktaydı. Onun İslam aleyhine giderek artan bu açık faaliyet ve hakaretlerinden rahatsız olan Hz. Peygamber bu duruma bir son verilme sini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme ile birkaç arkadaşının yaptıkları bir planla Müslümanların kutsal değerlerine açıkça haka ret etmekten çekinmeyen Ka‘b b. Eşref öldürüldü (Rebîülevvel 3/Eylül 624).                        Benî Nadir Yahudileri,Uhud Savaşı esnasında da müşriklerin karargâhına gidip onları Müslümanlara karşı tahrik ettiler. Bunun yanında zaman zaman Müslümanlarla çatış mak istemiş ve Hz. Peygamber’e suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygam ber kendilerini uyarıp antlaşmaya riayet etmelerini istemişse de olumlu sonuç alamamıştı.                                                                                                                     Bi’ri maûne Faciasından sağ kurtulan Amr b. Ümeyye ed-Damrî Medine’ye dönerken yolda Benî Âmir b. Sa‘saa kabilesinden iki kişiyi, şehit arkadaşlarının intikamını almak için gece uyurlarken öldürmüştü. Ancak Amr bu iki kişinin Müslüman olup Hz. Peygamber’den eman aldıklarını bilmiyordu. Hz. Peygamber himayesine aldığı insanların öldürülmesine son derece üzüldü ve Amr’ın yanlışlıkla katlettiği iki kişinin diyetini ödeyeceğini bildirdi. Rasûl-i Ekrem, Medine sözleşmesi gereği Benî Nadîr’ den de diyete ortak olmalarını istemek üzere Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte yanlarına gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin damından taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu fark eden Hz. Peygamber, beraberindekilerle birlikte oradan ayrılarak şehre döndü. Benî Nadir Yahudilerinin Kureyş’ten aldıkları teklif üzerine Hz. Peygamber’e başka suikast planları yaptıkları da nakledilmektedir. Benî Nadîr’in bu teşebbüsleriyle Medine antlaşmasını bozmuş olmaları neticesinde Hz. Peygamber haber göndererek on gün içinde şehri terk etmelerini istedi. Nadîroğulları, Medine’yi terk etmek üzere hazırlıklara başlamışken Abdullah b. Übey kendilerine yardımcı olacağını söyleyerek onları vazgeçirdi. Bunun üzerine Rasûlullah onları muhasara ederek antlaşmaya davet etti (Rebîülevvel 4/Ağustos 625). Önceleri direnmeye karar veren Yahudiler on beş gün süren kuşatmadan sonra götürebilecekleri mallarıyla birlikte kadın ve çocuklarını da yanlarına alarak 600 deve yükü ile kafile halinde Medine’yi terk etmeye razı oldular. Bir kısmı Hayber’e bir kısmı da Suriye’ye gidip Ezriât’a yerleşti.                                                                                                                                                       c-Kurayza oğulları vakası(627) :Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendi mizle olan anlaşmalarına göre, Hendek Muharebesi’nde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslü­manlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu.[1]Fakat bunu yapmadılar; üstelik, anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler; Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Resûlullah da kim oluyormuş? Muhammed’le aramızda ne ahit vardır, ne de akd!” dediler; hatta daha da ileri giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarf ettiler.[2]Bununla da yetinmediler: Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman aile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne kalkıştılar.Bu hareketleriyle, Müslümanları, harp endişe sinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nankörlük ve hıyanetti.                                                                                                                     Hendek Muharebesi’nde on bini bulan düşman ordusu, büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müşrikler yanında yer alan Kurayzaoğulları da, hayal kırıklığı içinde, Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam ka­lelerine çekilmişlerdi.   Giriştikleri haince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem’in her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı!                                                                                                                                            Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak, teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimizden bir hakem tayin edilmesini istedi­ler. Resûl-i Ekrem, “Ashabımdan istediğinizi hakem seçiniz!” buyurdu.                                                                          Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.                                                                                                           Hz. Sa’d b. Muaz, bütün bunlardan sonra hükmünü şöy­le açıkladı:                                                “Ben, onlar hakkında bülûğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulma­sına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim!”                                                                                                          Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâ­lâ’­nın yedi kat gök­ler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin!” buyurdu.[15]                                                                                            Hakikaten de, Hz. Sa’d b.Muaz’ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz.Mûsa’nın şeriatındaki hükme uygundu. Tevrat’ta bu hüküm şöyle açıklanmıştır:                                                                                                                                              “Bir şehre harp için yaklaştığında, onu sulha davet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip kapılarını açarsa, içinde bulunan kavmin hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer, seninle musalaha etmeyip harp ederse, onu muhasara edesin. Ve Allah’ın (Rab), onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçiresin!                                                d-Hayberin fethi (628)                                                                                                                         Ama kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah’ın (Rab­bin) sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini yiyesin.”.Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat’ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine verilen cezaya bil mecburiye rıza gösterdiler.                                                           Peygamber Efendimizin emriyle, bülûğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağlandı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayılmaya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri “Bey­tü’l-Mâl”e, yani devlet hazinesine tahsis olundu. Kalanı mücahitler arasında pay edildi.                                                                                             Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında kaleden aşağı taş bırakarak bir sahabenin şehit olmasına sebep olan Nübate adındaki bir kadına da kısas uygulandı.                                                                                                                  Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslümanlara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabeler, onların affını isteyince, Re­sûl-i Ekrem de onları affetti.                                                                                                                                                                     Böylece, Medine’nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Resûlullah ve Müslümanlar, bu hadiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.                                                                                                                               3-Peygamberimizin Hıristiyanlar ile  ilişkileri ve yaptığı savaşlar?                             Cevap: Necran Hrıstiyanları ile Mescid- Nebevide görüşmüş hatta onların Pazar günü ibadetlerini mescitte yapmalarına izin vermiştir.                                                     Bizanslılarla iki defa savaşmıştır. a-Mute Harbi(629)   b-Tebuk savaşı (630)                                                                                                                                              4-Peygamberimizin Müşriklerle ilişkileri ve yaptığı savaşlar?                             Cevap:a-Bedir (624)    b-Uhut (625)     c-Bi’ri Maune (625)    d- Rici olayı (625)                             e- Hendek savaşı ( 627)   f-Mureysi gazvesi (627)   g-Hudeybiye anlaşması (628)                   h-Mekkenin fethi (630)     i-Huneyn savaşı (630)                                                                                                                                                  5- İslam ordusu Uhut savaşında niçin yenilmiştir?                                                                                                                                             Cevap: 27 Mart 625 yılında vuruşmalar başladı. Savaşın ilk safhasını alınan tedbirler sebebiyle Müslümanlar kazandı. Savaş Müslümanların lehine devam ederken Mekkelilerin kaçışını gören okçular yerlerini terk ettiğinden, süvarilerin komutanı Halid Bin Velid, ayneyn  tepesinden geçerek, Müslümanları arkadan kuşattı. İki ateş arasında kalan Müslümanlarda 70 tane şehit verildi. Bu şehitlerin arasında Vahşi'nin öldürdüğü Hz. Hamza'da bulunuyordu. Bundan sonra Müslümanlar Uhud dağına doğru çekilmeye başladı. Bu savaştan sonra tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'in fikirlerine karşı çıkmadı. Çünkü okçular yerinden ayrılmasaydı bu savaşı da kazanacaklardı.                                                                                                      DİYANET TEŞKİLATI İLE İLGİLİ    ( 5 soru )                                                                      1-Diyanet işleri başkanlığı hangi kanun ile ve ne zaman kuruldu, ilk başkanın ismini yazınız?                                                                                                                                      Cevap:Cumhuriyetin bir kurumu olmakla birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır. Diyanetin ilk başkanı  M.Rıfat Börekçi (01.04.1924-05.03.1941) dir.                                                                                                                                              2-Şu andaki diyanet işleri başkanı ve yardımcıları kimlerdir ,isimlerini yazınız ?                                                         Cevap:DİB başkanı -Prof.Dr.Ali ERBAŞ (17.09.2017-……)                                                        DİB Yardımcı -Prof.Ramazan MUSLU                                                                                             DİB Yardımcı -Prof.Huriye MARTI                                                                                                                                DİB Yardımcı-Dr.Burhan İŞLİYEN                                                                                                                            DİB Yardımcı-Dr.Selim ARGUN                                                                                                                              DİB Yardımcı-Osman TIRAŞÇI                                                                                                                 

3-Diyanet işleri başkanlığında kaç tane genel müdürlük vardır ve isimleri?                      Cevap: 7 tane genel müdürlük vardır:                                                                                               Din Hizmetleri Gen.Müdürlüğü                                                                                                      Eğitim Hizmetleri Gen.Müdürlüğü                                                                                                      Hac ve Umre Hizmetleri Gen.Müdürlüğü                                                                                                                                               Dini Yayınlar   Gen.Müdürlüğü                                                                                                                                         Dış ilişkiler      Gen.Müdürlüğü                                                                                                         İnsan Kaynakları Gen.Müdürlüğü                                                                                                                  Yönetim Hizmetleri Gen.Müdürlüğü                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              4-Diyanet işleri başkanlığında kaç tane kurul vardır ve isimleri?                                                                         Cevap : İki tane kurul vardır:                                                                                                                Din işleri Yüksek Kurulu ve Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulu                                                                                                                                                 5-Kaç tane il Müftülüğü ve ilçe Müftülüğü vardır?                                                               Cevap:81 il Müftülüğü ve 919 ilçe Müftülüğü vardır.

Toplam  100 tane soru.(İtikat.20,ibadet.60,Ahlak.10,Siyer.5,Teşkilat.5)

 

       KAYNARCA İLÇE  MÜFTÜLÜĞÜ